Kürtler ve Kevin Spacey


GEÇEN cumartesi İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) sayesinde Kevin Spacey’nin başrolünü üstlendiği Shakespeare’in ünlü III. Richard oyununu izledim. Gözüm arada bir Spacey’nin büyüleyici performansını en ön sıradan seyreden Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’na kaydı durdu. “Acaba Richard’ın saçtığı vahşet ve zulmü izledikçe aklına yanıbaşımızda her gün kendi vatandaşlarını öldüren Suriye’nin gözü dönmüş diktatörü Beşar Esad aklına geliyor mudur?” diye düşünmeden edemedim.
“Kevin Spacey ve Kürtler ne alaka?” diye soracak olursanız bunun cevabı Fatih Altaylı’nın Spacey ile yediği öğle yemeğinde gizli. Fatih bir ara Spacey’ye sormuş: “Oyun Shakespeare’den. Çok uzun metin. Ezberlemek güç değil mi?” Spacey’nin yanıtı ise şöyleydi: “Aklınızla ezberlemek güç. Kalbinizle ezberlerseniz kolay. Oyunun içine girip oyunu yaşamaya başlayınca bir şekilde ezberleniyor.” Bu satırları okuyunca anında Kürt meselesini düşündüm. Bugüne dek sorunu askeri yöntemlerle çözmeye çalışan devlet, AK Parti iktidarıyla birlikte aklıyla çözmeye gayret etti. Ya kalbiyle?
Devletin kalbi olmaz ama siyasetçilerin var. Askeri vesayeti hiç olmadığı kadar törpüleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın aklı olduğu kadar en son merhum annesinin cenazesinde şahit olduğumuz üzere kalbi de var. Kürt sorununu çözebilmek için kalbinizi devreye sokmanız gerekir. Gazze için yaptığınız gibi. Empati kurmanız lazım. Asker, sivil, militan her gün gençlerimiz ölüyor.
Ne yazık ki son günlerde hükümet cephesinde ve iktidara yakın basında milliyetçi Kürtleri ötekileştirmeye yönelik inanılmaz bir kampanya yürütülüyor. Kürtler sanki birey değil, birer alfabe kokteylinden ibaret. “KCK”, “PKK”, “DTK” derken karşımızdakilerin etten kemikten insanlar olduğunu unutuyoruz. “KCK’lılar” tutuklanıyor, “PKK”‘lılar “X”leniyor. “Önce örgütün belini bükeriz, ardından Kürtler için birtakım güzellikler düşünürüz” mantığı hâkim. Bir işe yarar mı peki?
Güneydoğu’da güvendiğim birçok kaynağa göre tam tersi, baskı arttıkça PKK’ya katılım da artıyor. Geçmişte olduğu gibi kurunun yanında yaş da yanıyor. Örneğin, en son KCK tutuklama furyasında hapsi boylayan Şırnak Belediye Başkanı Ramazan Uysal gibi. “Nasıl yani?” dedim haberi duyunca. Zira daha ağustos ayının sonlarında bulunduğum Şırnak’ta başta Vali Vahdettin Özkan olmak üzere bütün devlet erkânı, beş vakit namaz kılan ve hacı unvanına sahip Uysal’ın ne kadar “uyumlu”, ne kadar “nazik” ve ne kadar “gayretli” olduğunu ağız birliyle anlatmışlardı bana.
Halka hizmet yerine sadece bol laf üretmekle suçlanan birçok BDP’li belediye başkanının aksine Uysal, Şırnak halkı tarafından icraatı yüzünden sevgiyle anılan bir isim. “Halk infial içinde, başkanımızın derhal özgürlüğüne kavuşmasını istiyoruz” diyor Almanya’da telefonla ulaştığımız Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Osman Geliş.
Henüz iddianame yazılmadığı için Uysal’ın “suçu” belli değil ama büyük ihtimalle bir kent meclisi toplantısında PKK’ya yönelik övücü ifadeler kullandığı iddiasıyla içeride. Eğer suçu buysa herhalde milyonlarca Kürt’ün topluca hapse tıkılması gerekir.
Dün Geliş’ten sonra Yüksekova’da objektif haberciliğiyle bilinen Yüksekova Haber sitesinin kurucularından Erkan Çapraz’ı ilçedeki son durumu öğrenmek için aradım. Çapraz, “OHAL’den farkı yok. Hakkâri’de özel timler evlere tekmeleyerek girip insanları gözaltına alıyor, sokaklarda duvara dayayıp aramalar yapıyor. Dün Yüksekova’da İpekyolu Caddesi’nde zırhlı araçlardan mehter marşı ve ilahi tarzı ‘Allah Allah’ diye bağıran müzikler çalınıyordu. Biz dinimizi bilmiyor muyuz? Bu nasıl bir hakarettir? Eskiden dükkânlar sabahın ikisine kadar açık kalırdı, şimdi güneş batmadan herkes kapatıyor” diyor.
Çapraz’ın yine gazeteci olan ağabeyi Nevzat da KCK’dan nasibini almış. BDP’nin düzenlediği basın toplantısında görüntülendiği için KCK üyeliğiyle yargılanıyor. Bir diğer “kanıt” ise telefonunda kayıtlı bulunan BDP’lilerin numaraları. Bu hesaba göre ben Amberin Zaman da KCK üyesiyim.

Kaynak: Haber Türk, 11.10.2011

Tezkerenin esas hedefi Suriye mi? Aleviler soruyor


HÜKÜMETE sınır ötesi askeri müdahaleye yetki tanıyan tezkere önceki gün Meclis'te kabul edildi. Tezkereye ret oyu veren CHP Tunceli Milletvekili Avukat Hüseyin Aygün'ü, basına yansıyan "Oylamaya katılmadı" yönündeki iddiaları sormak üzere dün aradık. Zira tanıdığımız kadarıyla Aygün kaçak güreşecek biri değil. "Oradaydık. Neden böyle yansıtıldı hiç anlamış değilim" diyen Aygün sözlerini şöyle sürdürdü: "Tezkereye 'hayır' dedik; çünkü bu 27'nci tezkere ve bugüne kadar hiçbir şey değişmedi. Biz Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle, müzakerelerle ancak çözülebileceğine inanıyoruz. 20 yaşındaki gençler ölüyor, dağdaki Kürt çocukları ölüyor. Tezkere, şoven damarın kabarmasına hizmet ediyor, barışa değil."
Kendini "Dersim milletvekili" olarak tanımlayan Aygün, CHP'deki yenilikçi demokrat isimlerin başını çekiyor. 1938 Dersim katliamı konusunda resmi tarihi sorgulayan çeşitli kitapları olan Aygün, en az 50 CHP milletvekilinin tezkereye hayır dediğini öne sürerken, "Bunu fire olarak değil, parti içerisinde gittikçe kök salan çoğulculuğa ve demokratikleşmeye yormak gerekiyor" dedi. Yine de parti içinde statükocular ile yenilikçiler arasındaki çekişmenin sürdüğünü teslim eden Aygün, en ilginç yorumlarını Suriye ile artan gerginlik konusunda dillendiriyor.
SURİYE'YE ASKERİ MÜDAHALE
Aygün e göre Türkiye'de yaşayan birçok Alevi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Esad rejimine yönelik gittikçe sertleşen açıklamalarını Suriye'ye olası bir askeri müdahale şeklinde yorumluyor. Sınır ötesi tezkerenin esas amacının, PKK'ya değil Suriye'ye yönelik olası askeri operasyonların önünü açmak olduğunu iddia ediyor.
Alevileri asıl kaygılandıran, Başbakan Erdoğan ve Hüseyin Çelik gibi isimlerin meseleyi mezhep üzerinden ele almaları. Erdoğan ın Mısır gezisinde, "Alevi subayları halka zulmediyor. Suriye halkı Alevi subaylardan rahatsız" mealindeki sözleri, Türkiye'deki Alevileri kızdırmış. Türk Alevileri ve Suriye diktatörü Hafız Esad ın mensup olduğu Nusayriler her ne kadar farklı kolları temsil etseler de "Ortak bir ruh dünyamız var" diyor Aygün. "İsrail'e atıp tutarken bir yandan füze kalkanıyla koruyan hükümet sanırım Suriye' yi kolay lokma görüyor, gücünü test etmek istiyor" tespitinde bulunuyor.
Suriye'deki olaylar ilk patlak verdiğinden bu yana Türkiye'nin verilen tüm gazlara rağmen herhangi bir askeri müdahalede bulunmayacağını iddia ettik. Zira böylesi bir adımın bölgesel çatışmayı tetikleyebileceği gibi Türkiye'nin AK Parti iktidarıyla birlikte yakaladığı demokratik kazanımları ve refahı yerle bir edebileceğini savunduk hep. Türkiye'nin Esad rejiminin katliamları durdurmasına yönelik çabaları her ne kadar etkisiz kaldıysa da rejime silah ulaşımını engellemek, uluslararası toplumla birlikte hareket etmek kaydıyla ekonomik yaptırımlar uygulamak ve halen dağınık görüntü veren Suriye muhalefetiyle rejim arasında diyaloğu teşvik etmek dışında çok fazla seçeneği olmadığını belirttik.
Suriye'deki vahşetin karşısında durmanın yanında bir de Suriyeli mültecilere kapılarımızı açık tutmanın her şeyden önce bir insanlık vazifesi olduğunun altını çizdik. Vahşet karşısında eli kolu bağlı seyretmenin insanlığa ne kadar sığacağını sorduğumuzda ise cevap vermekte hep zorlandık.
Suriye'yi uyarıp ardından vahşet devam ettikçe halkı korumak adına müdahalede bulunmamak tıpkı Avrupalıların Sırp katliamına maruz kalan Müslüman Boşnaklara karşı düştüğü onursuz duruma düşmek anlamına geliyor. Ne var ki geç de olsa gelen müdahale ABD ve NATO öncülüğünde yapıldı. Oysa Suriye'ye müdahale konusunda uluslararası zeminde oluşan herhangi bir irade görülmediği gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nden ek yaptırımlar konusunda dahi ret oyları baskın çıktı. Ama bakıyoruz Türkiye buna rağmen "Ben yaptırım uygulayacağım" diyor.
Suriye sınırında askeri tatbikatlar planlıyor ve Suriye ordusundan kaçtıkları iddia edilen on bin küsur subayın lideri Albay Riad al Asaad, Batı medyasına Türkiye'de olduğunu ilan ediyor. Bu arada New York Times gibi saygın gazetelerde Sünnilerin Nusayrileri öldürmeye başladığı haberleri geliyor. Türkiye, kimilerine göre cumhuriyet tarihi boyunca olmadığı kadar başka bir ülkede rejim değişikliğinin öncüsü ve hamisi görüntüsünü vermeye başlıyor.
Tüm bunlar başka ülkelerle birlikte planlanıyorsa bunu ilan etmenin zamanı geldi. Yoksa altından tek başımıza kalkamayacağımız bir kanlı maceranın içine doğru sürüklenip gideriz.

Kaynak: Haber Türk, 07.10.2011

Ahmet Şık Nedim Şener ve Mehmet Baransu

DÜN sabah, başta Balyoz olmak üzere TSK'daki darbe planlarını ortaya çıkardığı için özellikle Genelkurmay ve askeri vesayet üzerinden güç alan çevrelerde nefret figürü haline gelen Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu ile buluştuk. Mehmet'i Taraf'taki günlerimden beri takdir ederim. Ancak zaman zaman büründüğü agresif üslup beni de rahatsız etmiştir.
İçinde derin bir öfke olduğunu hissetmişimdir hep. "28 Şubat döneminde etrafımdaki insanların sırf inançlı olduklardan dolayı ne zulümlere maruz kaldıklarını görüp öfkelenmemek mümkün mü Amberin?" diye sordu dün. Pek yakında Mehmet'in "bomba bilgiler" içeren 28 Şubat döneminin perde arkasını anlatan yeni kitabı yayınlanacak.
Çoğu "devletin gizli belgelerini açıklamak"tan olmak üzere 50'ye yakın davadan yargılanan Mehmet'le buluşma nedenim, Odatv iddianamesine ilişkin görüşlerini ayrıntılarıyla öğrenmek içindi. Zira "yandaş" cephede sıkça takdim edilen Mehmet, o iddianameyi köşesinde eleştirmişti. Ahmet Şık ve Nedim Şener'in "terör örgütüne yardım ettikleri" gerekçesiyle 7 yıldan 15 yıla kadar hapis istemiyle yargılanmasını yanlış bulduğunu hem köşesinde hem de çıktığı televizyon programlarında net bir şekilde ifade etmişti.
Buluşmamızda Mehmet, "İddianameyi okuduğunda bütün meselenin Nedim Şener'in ve Ahmet Şık'ın Fethullah Gülen hareketini hedef gösterdikleri kitaplara indirgendiğini gözledim" diyor. Ve ekliyor: "Ahmet ve Nedim eğer talimatla kitap yazdılarsa bu onların gazeteciliğini tartışmalı kılar ama terör örgütüne yardım etmekle suçlanmalarını kesinlikle meşru kılmaz."
Mehmet'e göre "esas mesele", Ahmet ve Nedim'in yanı sıra binlerce insanın hapse atılmasına yol açan ve 2005 yılında TSK'nın bastırmasıyla değiştirilen Terörle Mücadele Kanunu. Mehmet 29 Ağustos günü yayınlanan köşesinde AK Parti hükümetine şöyle sesleniyordu: "TMK'daki düzenleme bir an önce değiştirilmeli ve haksız yere cezaevinde yatan Nedim ve Ahmet dahil binlerce insan dışarı çıkmalı."
Mehmet haklı. Son günlerde Odatv etrafında cereyan eden tartışmalara baktığımızda ne yazık ki medya bünyesinde müthiş bir çifte standarda tanık oluyoruz. Yıllarca dindarların ve Kürtlerin en fasulyeden bahanelerle hapiste çürümeleri karşısında susan bazı isimler "ifade özgürlüğü" diye esip gürlüyorlar. Ahmet ve Nedim'in mağduriyeti üzerinden cepheyi genişletip konuyu Ergenekon davasının bir düzmece olduğu noktasına vardırıyorlar.
Oysa öncelikle kavgasını vermemiz gereken husus, Terörle Mücadele Kanunu'ndaki berbat düzenlemelerdir. Örneğin, poşu takar da tesadüfen PKK yanlısı bir gösterinin yapıldığı civarda bulunursanız örgüt sempatizanlığı, hata üyeliği iddiasıyla hapsi boylayabilirsiniz.
"İyi de bütün bunları Mehmet Baransu üzerinden neden anlatıyorsun?" diye soracak olursanız cevabım şöyle: Ahmet ve Nedim'in tutuklanması bende de derin bir infial yarattı. Öyle ki bir cepheye doğru sürüklendiğimi hissettim. Mehmet ile buluşmam bir tür balans ayarı niteliğindeydi benim için. Çünkü yukarıda belirttiğim gibi Odatv davasındaki adaletsizlikleri tüm Ergenekon davasına mal etmek, medyada yaşanan kutuplaşma ortamında hiçten değil.
Ergenekon davası usul yönünden (özellikle uzun yargısız tutuklama süreleri açısından) gayet problemli ama özünde Türk demokrasisinin geleceği açısından hayati önem arz ediyor. "Fethullah Gülen'e dokunursan işte böyle olursun" diye oh çekenler, hatta harekete yönelik en ufak eleştiri karşısında gözdağı vermeye yeltenen birtakım kraldan fazla kralcı tipler ile "Ergenekon davası AK Parti ve Fethullah Gülen cemaatinin birlikte yürüttüğü bir intikam operasyonundan öte bir şey değil" diyenler arasında pek fark göremiyorum.
Mehmet Baransu, Odatviddianamesine "çakarak" kendisi için "Cemaat güdümünde" diyerek haberlerini çürütmeye gayret edenlerin ezberlerini bozdu. Gülen hareketi içerisinde yer aldığı iddialarını yalanlarken "Velev ki öyle, benim ortaya çıkardığım gerçekleri değiştirir mi bu durum? Balyoz'u, Aktütün'ü, Hantepe'yi, Dağlıca'yı değiştirir mi?" diye soruyor. Balyoz iddianamesinde sunulan bariz çelişkili kanıtları bir kenara not düşerek cevabım: "Hayır Mehmet,değiştirmez."

 Kaynak: Haber Türk, 04.10.2011

Yeminliyim, Pembe Köşk'ü yapmayacağım


ÖNCEKİ gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül ile Ordu'da düzenlenen "Kitap Şenliği"ne katılmak üzere bir grup gazeteciyle birlikte seyahat ettik. Yer darlığından dolayı Hayrünnisa Hanım ile ilgili izlenimlerime yer veremiyorum (inşallah köşemde). Ama şunun altını çizmek isterim. Hayrünnisa Hanım gerçek bir sanatsever, vatansever. Estetik duygusu çok kuvvetli. Detaycı ve titiz. Pembe Köşk'ü adam etmek, çürümeye yüz tutmuş sanat hazinesini kurtarmak, Cumhurbaşkanlığı'nın imajını yukarılara taşımak için olağanüstü çaba sarf ediyor. Ve bu çabaları takdir bir yana kötü niyetli yorumcular tarafından yerden yere vurulup küçümsenmiş. Gerçekten çok büyük haksızlık bu. Sözü Hayrünnisa Hanım'a bırakıyorum....
Hangi sıklıkla kitap okuyorsunuz ?
- Çok yoğun bir tempoda yaşıyoruz ama fırsat buldukça okumaya gayret ediyorum. Şimdi ortalama vermiyorum, değişiyor.
'BAZI ŞEYLER YAZIYORUM'
En son okuduklarınızı ve ilk okuduğunuz kitabı hatırlıyor musunuz?
- Bu imkânsız; çünkü çok küçük yaştan beri okuduğumuz için. Ben bazen iki kitabı aynı anda okurum.
Günlük tutuyor musunuz?
- Günlük değil ama bazı şeyleri yazıyorum. Yazmadığınız zaman unutuyorsunuz. O andaki heyecan ve duygularınız zamanla kaybolduğu için çocuklara da bugün aynı şeyi söyledim. Bazen dönüp bakıyorum. O anki heyecanla yazdığım şeyler çok güzel oluyor. Oğlumun son okuduğunu söyleyeyim. Google'ın kuruluş hikâyesini okuyordu.
Köşk'ün restorasyonuyla ilgili çok polemik var...
- Cumhurbaşkanlığı'nın depoları ve sanat eserlerini ortaya döktük. İçine girdik ve çıkamıyoruz. Dolmabahçe'den gelen çok eser var. Yılların ihmali var. Her türlü eser mevcut. Onları onarmaya çalışıyoruz. Pembe Köşk'ün ilk defa rölevesini çıkardık. Holzmeister'ın (Köşk'ün mimarı) talebesini çağırdık. Avusturya'dan iki kez.
Kurumsal kimlik, arma-bayrak konusunda da çalışmalarınız var...
- Arşive çok önem veriyorum. Bizden önceki dönemi dijital ortama geçirdiğimiz gibi kurumsal kimlik için çalışıyoruz. 4'üncü yıl bitti hâlâ Cumhurbaşkanlığı, kurumsal kimlik maddelerine yenileri ekleniyor. Açık konuşalım fors da yanlış. Unutmuyorum bir gün yolda giderken bu bayrak kare dedim. Yaver döndü, "Olabilir mi hanımefendi" dedi. Arabadan indiğimizde yürüdüm, beyefendi de geldi. Maalesef 80'li yıllarda ihtilal döneminde, birisi forsun ucunu kesmiş. Normalde Atatürk döneminde, Cumhurbaşkanlığı Forsu dikdörtgen. Fors kare olunca, bayrakla eşit olmamış, bayrağı da kesmişler. Ve hiç kimse de bunu fark etmemiş. 15-20 yıl böyle devam etmişler. Başyaver, "Çok mahcup oldum" dedi.
Ondan sonra biz bayrak çalışmaya başladık. Önce atlas dokutmaktan başladık. TSE'den rengi ve kumaş kalitesi için onay aldık. Birkaç atölye Olgunlaşma Enstitüsü'nde bize bayrak dikiyor. Büyükelçiliklerimizde çok büyük bayrak sıkıntısı var. Bütün Türkiye büyükelçilikleri ve konsolosluklarına, nerede bizim temsilcimiz varsa, oraları da düşünerek 200'e yakın noktaya bayrak gönderdik ve her gittiğim yerde büyükelçiler teşekkür ediyor
'KÖŞK YIKILMAK ÜZERE'
Sizi eleştirenler de oldu
- İnsanın motivasyonu kırılıyor. Bu konuda da beni çok eleştiren yazılar yazdılar. Çok gücendim gerçekten. Pembe Köşk konusunda çok incittiler. Ama yemin ettim, Pembe Köşk yıkılmak üzere, içim de gidiyor ama yapmayacağım bizim dönemimizde diye. Kurumsal kimlik konusunda da "Kırmızıyı kaldırdılar" diye çok kötü yazılar çıktı. Halbuki ben kırmızıyı da kaldırmadım. Bütün Cumhurbaşkanlığı kimlik kartları kırmızıya devam ediyor. Ama bazı malzemelerde "Bazen kullanmayalım" diyoruz. "O kim oluyor da nasıl kaldırır da" diye yazılar. Ben hiçbir zaman bunu tek başıma yapmadım. Her şeyi ben biliyorum diye iddia etmiyorum.
Emine Hanım'la uzun bir aradan sonra bir araya geldiniz...
- Allah bazı şeyleri göstermeyince göstermiyor. "Vermeyince Mabud neylesin Mahmut" diyorum hep. Biz her zaman bir aradayız, her zaman görüşüyoruz. Ama basın ısrarla bizi küs göstermeye çalışıyor. Ben onu anlayamıyorum. Ne biz, ne çocuklarımız, ne eşlerimiz, birbirimizden vazgeçebiliriz. Biz eski arkadaşlarız her şeyden önce. Biz gülüp geçiyoruz gerçekten. Bu haberleri okudukça ikimiz de gülüyoruz.

'Annelerin yüreği yanmasın'
Huber de yıkılmak üzere, içimiz eriyor. Bütçesi de hazırdı. Motivasyonunuz kaybolunca durdurdunuz mu?
Bilmiyorum, Huber'i yapar mıyım ama Av Köşkü'müz bitmek üzere. O kadar çok günümü geçiriyorum ki. Bahçe peyzajından, pencere detayından günlerimi depolarda harcadım. Benim bunda bir menfaatim yok.
Sevdiğiniz ressam?
Modern resmi de klasik resmi de çok seviyorum. Klasikler Ankara'da, modern resimler İstanbul'da sergileniyor. Peyami Gürel'lerimiz var, Gencay Kasapçı var. Ferruh Paşa'yı çok severim.. Ömer Uluç aldım, bir de Burhan Doğançay.
Gününüz nasıl geçiyor?
- Filmleri uçakta izliyorum. O da eğer vakit bulabilirsem. Güne genelde herkesten önce başlıyorum. Onlar kalkmadan notlarımı ve evraklarımı topluyorum. Masamı ben toparlayabileyim ki herkesin görevlendirmesini de yapabileyim.
'MEZUNİYETE GİDEMEDİK'
Ya çocuklar?
- Yetişseler bile çocuklarımın yine de zamana ihtiyacı oluyor. Tabii ki ilgilenmek istiyorum. Mesela bu sene, büyük oğlum mezun oldu. Seçimden bir gün önceydi, gidemedik. Biliyorsunuz Amerika'da aileler için çok önemlidir.
 
Sayın Cumhurbaşkanı'nın fotoğraf albümünde yemek yaparken görüldüğü fotoğraf çok ilgi çekti, hâlâ yemek yapıyor mu?
- Geçen gün mesela, girdi salata yaptı, menemen yaptı. Zamanı geliyor o da istiyor. Ben de yapmasam da giriyorum birlikte. Bizim de yeni tatlarımız oluyor. Sunumun geliştirilmesi önemli.
Zaten sizin yemeklerinize bayılırmış.?
- Valla yemek yapmamı mı tercih eder, ülkeye hizmet etmemi mi ona soralım. Ama vakit ayırmıyorum demek değil. Gerçekten çok vakit ayırıyorum. Masa düzeni benim için çok önemli. Gelen misafiri en çok etkileyen şey masanın ve salonun atmosferi. Her yemeği yaparım. Kayseri yemeğini de yaparım, Mardin, Antep yemeklerini de severim. Yapmasam bile yanlarında olabiliyorum. Şunu deneyelim: Rezeneli dolma... Mantıyı bakır tepsiye mi koyalım? Tatlılar deniyoruz mesela. Misafir geldiğinde o misafirin damak tadına uygun tatlar yakalamaya çalışıyorum. Örnek diye söylüyorum, Sarkozy, normalde fazla yemek yemezmiş. Tatlıyı bile almak istememiş. Ama sonra dayanamayıp hepsinden tatmış. Tepsi mantısı vardı. Minik bakır tepsilere uyarlamıştık. Kestaneli tatlı yaptık. Fransızlar kestaneyi çok seviyor diye. Salon çok etkileyici olmuş. Abdullah Bey "Gözlerini ayıramadı" diyor.
'DİZİLERİ İZLEYEMİYORUM'
Dizi izliyor musunuz?
- Dizileri fazla izliyorum dersem yalan olur. Çok vaktim olmuyor. Tempomuzu görüyorsunuz. Ama bazen film oluyor. Invictus'u çok çok beğendik. Beyefendiyle birlikte izledim. Duygulanıyorsunuz, iyilerin kazandığını görüyorsunuz.
Son günlerde terör çok arttı...
- Bir anne çocuklarından herhangi birine ne olursa hissettiği acıyı, biz de ülkedeki çocukların bir yerlerine en ufak bir şey olduğunda hissediyoruz. Her şehit haberinde evimiz matem yerine dönüşüyor. Gece vakitsiz bir telefon çaldığında inanın panik içinde, "Allahım ne kötü haber alacağız" diye korkuyoruz. Allah artık sonuna erdirsin diyorum. Annelerin yüreği yanmasın. Bu çok zor. Görüyoruz, her şehit yemeğinde ben oradan hasta geliyorum. Terörün vicdanı olmuyor. Bir sürü suçsuz insan, günahsız insan, yuvalar dağılıyor. Bütün çabamız bunların bitmesi için. İnşallah en kısa zamanda, duamız o. Türkiye bununla çok enerji kaybediyor. Gerçekten ülkemize çok yazık oluyor.

Kaynak: Haber Türk, 30.09.2011

‘Gülen Cemaati tepki göstersin’

ÜÇ aydır görüşmediğim Kemal Kılıçdaroğlu, seçim sonrasındaki burukluğu üstünden atmış, her zamanki gibi sakin ve güler yüzlüydü. Konuya Suriye’den giriyoruz. CHP’nin dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu’nun Suriye gezisinin akabinde hükümet ile CHP arasında sert polemikler yaşanmıştı. İktidar, CHP’yi Baas partisine benzeterek Esad rejimin avukatlığına soyunmakla itham etmişti. Daha da ileri giderek “Acaba Sayın Kılıçdaroğlu mezhep yakınlığı dayanışmasıyla mı Suriye’ye sahip çıkıyor” diyerek Alevilerin tepkisini çekmişti. Biz de Esad rejiminin barbarlığı karşısında CHP’nin suskunluğunu eleştirmiştik. Kılıçdaroğlu, 2600 sivilin öldürülmesiyle ilgili ne düşünüyordu?

“Benim Faruk Bey aracılığıyla Esad’a ilettiğim çok net bir mesaj vardı. O da en kısa zamanda reformların hayata geçirilmesi, demokratik adımların atılması ve şiddetin derhal durması için gereken tedbirlerin alınmasına ilişkindi. Suriye’nin toprak bütünlüğüne olan saygımızı ve herhangi bir dış müdahaleye karşı olduğumuzu da vurguladık. Suriye istikrarsızlaşırsa ne olur, Esad’dan sonrası nasıl olur bunları çok iyi hesaplamak lazım. Faruk Bey ve beraberindeki heyet, şiddetin yoğun olduğu Humus ve Hama’ya da gitti. Gözlemlerini içeren raporu Dışişleri Bakanlığı’na sunacağız. Suriye’yi elbette demokrasi yönünde teşvik etmeliyiz, ama neticede Suriyeliler sorunlarını kendi aralarında çözmeli.” 

Mezhepçilik ithamı?
“Sayın Çelik cahilce konuşuyor. Türkiye’deki Aleviler ile Suriye’deki Nusayrilerin arasındaki farkı bilmiyor herhalde. Ve bizde de (Hatay’da) Nusayrilerin yaşadığını unutuyor sanki. Olayları mezhepçilik çerçevesinde ele alan hükümetin ta kendisidir. Neden İHH aracılığıyla Müslüman Kardeşler hep ön plana çıkarılıyor? Biz de Suriye muhalefetini dinlemeye hazırız ama tüm kesimleri. Bu söylemler Türkiye’de ayrımcılığı, kutuplaşmayı körüklüyor. Dış siyaseti temel hak ve özgürlükler üzerinden değil mezhep üzerinden yürüten hükümet biz değiliz. Bizim esas sorguladığımız, AKP’nin neden düne kadar ortak bakan toplantıları düzenleyip, Esad ile çarşılarda kol kola gezip ardından birisi düğmeye basmışçasına neredeyse Suriye’ye savaş ilan edermişçesine ağız değiştirdiği. ‘Bıçak kemiğe dayandı‘ diyen Başbakan sonra ne yaptı? Suriye’deki rejim yeni değil. Apo’ya yıllarca hamilik yaptı. Bir uçtan diğerine savrulmayı gayri ciddi buluyoruz.”

AK Parti aynı zamanda CHP’yi İsrail’in avukatlığını yapmakla suçluyor...
“Bugün savaş gemileri yollarım diyen Başbakan, Mavi Marmara baskınında neden baskın mahalli 15 dakika uçuş mesafesinde olduğu halde uçaklarımızı kaldırıp müdahale etmedi? İsrail ‘Müdahale ederim’ deyip duruyordu, neden daha ilk baştan Mavi Marmara’ya savaş gemileri eşlik etmedi? Seçim öncesi ‘Mavi Marmara tekrar gidecek’ diyen Başbakan, neden ikinci seferi durdurdu? Fethullah Gülen, İsrail ile yaşanan gerginliğe tepki gösterdiğinde AK Parti’nin gıkı çıkmadı. Aynı lafları biz etseydik hemen ‘İsrail’in avukatlığını yapıyor’ diye üstümüze çullanırlardı. Biz de ‘İsrail özür dilesin’ diyoruz. ‘Tazminat ödesin’ diyoruz. Dokuz sivilin kanı yerde kaldı. Ama BM raporu İsrail’in lehine çıktı. Hükümet bunu bilip duruyordu. Şimdi de savaş çığırtkanlığı yapıyor. Esas mesele ‘İsrail kalkanı’, bunu örtmeye çalışıyorlar.” 

NATO’nun füze kalkanını mı kastediyorsunuz?
“Evet. Bu projenin İsrail’i İran’dan korumak için geliştirildiğini herkes biliyor. İsrail’in çıkarları kollanıyor.”

Hem AK Parti’yi Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmakla suçluyorsunuz hem de üyesi olduğumuz NATO’nun kritik bir projesine karşı çıkıyorsunuz. İktidarda olsaydınız ne yapardınız?
“Füze kalkanına ‘hayır’ derdik; çünkü bu komşularımızda büyük rahatsızlık uyandırıyor. Bugün İran’la da sorunumuz var, Suriye’yle de, İsrail’le de. Bunun neresi başarılı dış politika? Tabii bu demek değil ki NATO’ya karşıyız. NATO üyeliğimizi çok önemsiyoruz. Ama AKP’nin yaptığı gibi kendi ulusal çıkarlarımızı gözetmeden her önümüze konana kayıtsız şartsız ‘evet’ de diyemeyiz. Bunları söylerken biz İsrail halkına karşı en ufak olumsuz duygu beslemiyoruz. Tansiyonu daha da yükseltecek dilden uzak durulması gerektiğine inanıyoruz. Ama Başbakan gerilimi artırdıkça artırıyor. Bazı yayın organlarında baş gösteren antisemitizmi ve her türlü nefret söylemlerini şiddetle kınıyoruz.” 

Seçim sonrası Washington’a gitmeniz söz konusuydu.
“ABD hükümetinden herhangi bir davet bize henüz ulaşmış değil. Olsa gideriz. Ama birtakım düşünce kuruluşlarından davetler var. Değerlendiriyoruz...”

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı da kapsayan iddianame açıklandı. Görüşleriniz...
“Bu iddianame demokrasi için bir utanç belgesi. Hem yeni Anayasa diyorsunuz, hem böylesi bir iddianameyle gazeteciler için 15 yıl hapis diyorsunuz. Ve her ne kadar herhangi somut bir dayanağı olmasa dahi bu işin içinde Fethullah Gülen Cemaati’nin de olduğu algısı var ne yazıkki. Tam bu yüzden bu iddianameye en büyük tepkiyi Fethullah Gülen Cemaati göstersin. Demeliler ki 21’inci yüzyılda böyle bir iddianame insafdışı. 

Kürt sorununda askeri çözüme ağırlık veriliyor...
“Bu mesele 30 yıldır bu yöntemlerle çözülemedi, şimdi de çözülemez. Meclis’te toplumun tüm kesimleri dahil edilerek çözülmeli. PKK da önkoşulsuz silah bırakmalı. Silahların gölgesinde barış olmaz.” 

İyi de BDP milletvekillerinin beşte biri hapiste...
“Bizim hükümetle yaptığımız protokol sadece bizim hapisteki milletvekillerimizi değil BDP’lileri de kapsıyor. Biz başından beri onları kendi vekillerimizden ayrı tutmadık, tutamazdık. AKP onların da sorunlarına çözüm bulma taahhüdünde bulundu. Sanırım BDP açısından esas mesele (vekilliği düşen) Hatip Dicle’de düğümleniyor, ancak bu sorunun da çözüleceğine inanıyorum.”

Kaynak: Haber Türk 13.09.2011


Türkiye ile İsrail arasında savaş çıkar mı?

Kaynak: Haber Türk   06.09.2011


BU hararetli tartışmalar sürerken Türkiye ve İsrail arasında 9 aydır yürütülen gizli müzakerelerin detayları basına yansımaya başladı. Milliyet Gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş'ın dün üst düzey Türk yetkililerine dayandırdığı habere göre, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Türkiye'ye özür dilemeyi prensipte kabul etmiş. Bu özür "normalleşme" protokolü adı verilen bir devletler arası mutabakat metninin ilk sayfasında yer alacaktı.
Netanyahu geçtiğimiz günlerde özür karşıtı koalisyon üyelerini ikna etmek için altı ay daha talep etti. Amerika'nın araya girmesiyle bu süreyi bir aya indirdi. Türk tarafı da bunu kabul etmişti. Ancak The New York Times, Mavi Marmara ile ilgili BM raporunu yayınlayınca İsrail'le ipler koptu. İsrail tezlerini olumlayan raporun herhangi hukuki bağlayıcılığı yok. O halde Türkiye neden bu kadar sert tepki verdi? Hem İsrail'le yürütülen gizli görüşmeler ile BM raporu üzerinde süren müzakereler birbirinden bağımsız olarak ele alınmıyor muydu? Konuyu yakından takip eden yetkililere sordum. Aldığım cevaplardan çıkardığım sonuçlar şunlar:
Türkiye, İsrail'in BM raporu açıklanmadan özür dilemesini istiyordu. Çünkü rapor, İsrail'in özür dilemesi gerektiği şeklinde herhangi bir çağrı içermiyor. Bu da önceden biliniyordu. Netanyahu rapor yayınlanmadan özür dileseydi raporun içeriği talileşirdi. Oysa raporun yayınlanmasıyla birlikte Netanyahu'nun özür konusunda çevresini (ve İsrail kamuoyunu) ikna etmesi artık imkânsız gibi bir şey. Retçi cephe tam da bu yüzden raporu New York Times'a sızdırdı. Yani özrü engellemek için.
Bu durum karşısında da Türkiye "Hodri meydan" dedi.
BUNDAN SONRA NE OLACAK?
İstediğiniz kadar raporlar üretin, dokuz sivili öldürmenin hiç ama hiçbir meşruiyeti yoktur, olamaz. Türkiye özür konusunda diretmekte sonuna kadar haklı. "Mavi Marmara başından engellenseydi bunların hiçbiri olmazdı" diyerek (ki bu noktada ben de Türk tarafının süreci kötü yönettiğini düşünüyorum) olayı sulandırmanın da hiç âlemi yok.
Ne var ki kimilerine göre arkasına Amerika'yı alan İsrail "Yahudilerin egemen olduğu" Batı medyasını ve finans çevrelerini devreye sokarak Türkiye'ye "ağır bedeller" ödetecek. Yani özetle "İsrail'e dokunan yanar" denmeye getiriliyor. Oysa durum bu kadar basit değil. Birkaç gözlem:
1. İsrail'e yaptırımları açıklarken Türkiye aynı zamanda NATO füze kalkanının radar kısmının Türk topraklarında konuşlanmasına ilişkin anlaşmaya varıldığını duyurdu. "Batı güvenlik sisteminin parçasıyım" dedi. "Eksen kayıyor" korosunun ağzını tıkadı.
2. Savunma amaçlı bu sistemin başta İran'ın olası bir saldırısını engellemek için oluşturulduğunu hepimiz biliyoruz. Ortadoğu'da İran'ın nüfuzunu dengeleyebilecek yegâne ülke Türkiye.
3. Amerika'nın, Türkiye'nin tepkisini aşırı bulduğu bir gerçek. Mavi Marmara'nın yola çıkmasına izin verdiği için Türkiye'yi kışkırtan taraf olarak gördüğü de. Ancak Netanyahu'yu özür konusunda yoğun baskı altına alan yine Amerika. Hatta Hillary Clinton geçen hafta Paris'te yer alan Libya toplantısında Davutoğlu'na sırf Netanyahu'yu ikna etmek için İsrail'e gitmeye hazır olduğunu söyledi.
4. Arap Baharı'yla birlikte Ortadoğu'daki dengeler değişti. İsrail gittikçe yalnızlaşıyor. Mısır'da İsrail'le ilişkileri en alt düzeye indirilmek için tartışmalar başladı bile. Amerika tanımasa dahi birçok Avrupa ülkesi, Filistin'in bağımsızlığını tanıyacak.
5. Ortadoğu'da İran ve İsrail'in yarattığı korku dengesini Türkiye, laik demokratik sistemi ve serbest piyasa ekonomisiyle bozuyor. Silahlı terör örgütlerinin hamiliğini yaparak değil.
6. İsrail eğer Gazze'ye Aralık 2008'de topyekûn saldırmamış olsaydı belki Türkiye'nin Suriye ile İsrail arasında yürüttüğü gizli müzakereler barışla sonuçlanmış olurdu. Suriye, İran'ın nüfuzundan sıyrılmış ve Beşar Esad kendi halkını katletmiyor olurdu.
İşte tam bu noktada Türkiye'nin büyük bir açmazı var. Zira İsrail'i dokuz sivilin ölümü nedeniyle özür dilemediği için cezalandırırken en az iki bin sivili öldüren Suriye'yi defalarca uyarsa dahi Esad'a halen git diyemedi. Şam'daki büyükelçimizi çekmedi. "Bu çifte standart değil mi?" diye sorduğumuz üst düzey yetkili, "yakında bir şeylerin yapılacağını" söylüyor. Ancak detay vermekten kaçınıyor.
Sonuçta İsrail'le savaş çıkar mı? Evet. Yeni bir propaganda savaşı. O kadar. Bunun Türkiye ayağı ne yazık ki şimdiden bazı yayın organlarında antisemitizm boyutlarına ulaştı bile. Bu iğrençliğe derhal dur denmeli.

Gayrimüslimlerin iç edilen malları

Kaynak : Haber Türk  02.09.2011


DÜN Taksim'deki Hyatt Regency Oteli'nde saçımı yaptırdım ardından hemen yanı başında yenilenen Divan Oteli'nde öğle yemeği yedim. Tuhaf bir duyguydu zira yanımda taşıdığım 26 Ağustos tarihli AGOS Gazetesi her iki mekânın bulunduğu arazinin aslında Ermeni mezarlığı olduğunu yazıyordu. Yani ölülerin üzerinde saçımı fönletip suşi yiyordum.
"Toprak Diye Geçme, Tanı" başlığıyla manşetten sunulan haberde bakın ne deniyordu : "Divan Oteli'nin ve çevresindeki binaların yerinde geçmişte Pangaltı Ermeni Mezarlığı uzanıyordu. Kanuni Sultan Süleyman'ın kendisini ölümden kurtaran Vanlı aşçı Manuk Karaseferyan'ın isteğiyle Ermenilerin kullanımına sunduğu ve yüzlerce yıl boyunca mezarlık olarak kullanılan, üzerinde kilise de bulunan arazi, 1930'larda Belediye tarafından 'kılıfına uydurularak' gasp edilmişti.
Günümüzde ise İstanbul'un göbeğindeki bu alanda, Divan'ın yanı sıra, Hyatt Regency Oteli, TRT İstanbul Radyosu, Hilton ile Askeri Müze'nin bir kısmı ve çeşitli yapılar bulunuyor" şeklinde devam ediyor belgelere dayandırılan iki tam sayfalık araştırma yazısı.
Yazıyı okurken içimi derin bir hüzün kaplıyor. Derken Başbakan'ın "bayram müjdesi"ni hatırlıyorum. Yani azınlık vakıflarının 1936 yılından sonra edindikleri ve 1974'ten sonra Hazine'ye "devredilen" gayrimenkullerin iadesine ilişkin Kanun Hükmünde Kararnameyi (KHK). AK Parti daha önce hiçbir hükümetin yapmadığını yapıp gayrımüslim azınlıkların pervasızca çiğnenen kanuni haklarını yine kanunlar marifetiyle koruyacağına dair güçlü irade sergilemiş oldu. Gayrimüslimlere yaşatılan sayısız zorbalıkların bir tanesini telafi yoluna gitti. Bu bir ilk olması yönünden tarihi nitelikte bir adım.
Peki yeterli mi? Örneğin bu kanunla birlikte sevgili Hrant Dink'in eşi Rakel ile birlikte yıllarca emek verdiği Tuzla Çocuk Kampı iade edilir mi? Ya Pangaltı Mezarlığı?
Sorunun cevabını konuyu titizlikle takip eden Agos Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş'tan dinleyelim.
"Çıkarılan KHK elbette çok önemli. Bugüne dek yapılanların aksine gasp edilen mülklerin gerçekten de iadesi veya tazmini sonucunu doğuracak bir çabanın sonucu olduğu görülebiliyor. Ancak medyada yapıldığı gibi bu adımın bir 'jest' ifadesi olduğunu söylemek doğru değil. Meselelere hak temelli bakmak lazım. Mülkler, eğer KHK uygulanırsa, asıl sahiplerine geri dönmüş olacak, gökten inmiş mülkler değil bunlar, zaten gayrimüslim vakıflarına ait olan mülkler.
Öte yandan, bu düzenlemenin dışında kalacak çok sayıda el konulmuş mülk var. Mesela, basında çok tartışılan Hrant Dink'in de yetiştiği Tuzla Çocuk Kampı, bu düzenlemeye göre iade veya tazmin edilmeyecek. Edindiğim bilgiye göre, hükümet, el konulmuş vakıf mülkleri ancak devlet tarafından satılmışsa ve Hazine'ye bu satıştan gelir elde edilmişse tazminat ödemeyi öngörüyor. Oysa Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'na devlet el koymuş ve bir satış yapmadan, mülkü doğrudan önceki sahibine iade etmişti. Yani bu araziyi Gedikpaşa Protestan Kilisesi Vakfı'na satan kişi, devletin iade kararından sonra, o parayı geri ödemeden, mülke yeniden sahip olmuştu. Üstelik bu araziyi sonra bir kez daha sattı. Yani o mülkten iki kez para kazanmış oldu; ama Vakıf hem ödediği parayı, hem de onca çabayla kurduğu çocuk kampını, Hrant Dink'in deyişiyle 'yarattığı Atlantis Uygarlığı'nı kaybetmiş oldu. Şimdi çıkan KHK da, bu işlemden dolayı devletin kasasına para girmediğini, bu nedenle tazminat ödenmeyeceğini söylüyor. Oysa bizzat mülkü ilk sahibine iade etme kararı devlete ait ve haksızlığın kaynağı da o karar.
Şu anda bu tür kaç tane mülk olduğunu bilmiyoruz, ama 36 beyannamesi öncesi veya sonrasında, bu tip haksız uygulamalarla el değiştiren çok sayıda gayrimenkul olduğu kesin. Bu konunun nihai olarak çözümü ise, geçmişteki adaletsizliklerle hesaplaşmayı gerçekten istemekten geçiyor. Atılan adım elbette ki kayda değer, ama gündelik politikalar ve jestler yerine, bir hakkın yerine gelmesi ve devletin sorumluluğunun kabulü dürtüsüyle hareket etmek gerekiyor. Biz henüz oradan çok uzağız..."



BDP ile devlet arasında geçen 24 saat

Kaynak : Haber Türk 26.08.2011

ÖNCEKİ gün Türk savaş uçaklarının İstanbul semalarında alçaktan uçarak halk arasında panik yarattığını öğrendim. Meğerse jetler bir film çekimi için uçuyormuş.
Acaba ağızları yüreklerine gelen İstanbullular, Güneydoğu'da yaşasaydılar ne hissederlerdi? Çünkü o alçak uçuşlar buralarda olağan bir durum. Ancak bu uçaklar gösteri yapmıyor, bomba taşıyorlar ve o bombaları şu sıralar Kuzey Irak'taki PKK hedeflerine yağdırıyorlar. Hakkâri'de dün askeri konvoya düzenlenen PKK saldırısının yaşandığı yoldayız. Uludere İlçesi'nin az ötesinde Ortasu Köyü'nde. Dağların öteki tarafında Irak var. Atılan havan toplarının sesleri sürekli yankılanıyor.
Dağ tepelerinin birinde Barış Anneleri toplanmış. Kiminin oğlu askerde, kiminin dağda. "Operasyonlar durana kadar inmeyeceğiz" diye diretiyorlar. Çoğu oruçlu. Bunalıtıcı bir sıcak var. Dağ akrep ve yılan kaynıyor. Ve de tepeye giden yolun önünde nöbet tutan askerlere göre mayın... Annelerin yanına çıkmamıza izin vermiyorlar. Sebep? "Komutan öyle talimat verdi." İkna olmayacaklarını anlayınca Şırnak'a doğru dönüyoruz, ancak askerler tekrar yolumuzu kesiyor.
Önde yan yana dizilen onlarca asker canlı barikat kurmuşlar. Amaçları karşı taraftan Barış Anneleri'ne katılmak isteyen ve aralarında BDP milletvekilleri Ayla Akat Ata ve Sebahat Tuncel'in de olduğu yüzlerce kişiyi engellemek. Onlar da geri dönmeyi reddederek oturma eylemi yapıyorlar. Daracık dağ yolunda trafik kilitleniyor. Uçağımı kaçıracağımı anlayınca içimdeki bencil ses, "Bu BDP'liler de artık iyice fazla olmaya başladı" diyor. Gittikçe öfkeleniyorum.
Oysa bir önceki gece Ayla Akat'ın Diyarbakır'daki evinin balkonunda oturup uzun uzun sohbet etmiştik. Avukatlık günlerinden beri tanıdığım genç kadın son derece sakin ve makul biri. Eğer Başbakan halen tutuklu olan altı BDP'li milletvekilinin özgür kalmasını sağlayacak kanun değişikliğini yapmayı yazılı olarak taahhüt ederse (vekilliği düşürülen Hatip Dicle için ayrı bir formül gerekiyor) BDP'li milletvekilleri Meclis'e gelip yerlerini alacaklar. Ancak Ata oldukça karamsar. Aleyhinde en az yüz ayrı dava açılan Ata, "Beni hapiste ziyaret edersiniz belki" diyerek acı acı gülümsüyor.
O sözleri hatırlayınca kendimden utanıyorum. Oturma eylemi, sivil protesto yöntemi. Şiddetle aranıza mesafe koyun dediğimiz BDP bu tür eylemlere başvurduğunda kızmaya ne hakkımız var?
Ancak bölgedeki güvenlik yetkilileri, BDP'lilerin hiçbir şekilde özgür iradeleriyle hareket etmediklerini savunuyorlar her zamanki gibi.
"Bunu bizlerle baş başa kaldıklarında kendileri de itiraf ediyorlar" diyor görüştüğüm üst düzey bir emniyet görevlisi. Tepedeki Barış Anneleriyle geçtiğimiz günlerde sabahlayan görevli kadınlardan bazılarının dönmek istediğini ancak örgütün izin vermediğini, hatta taşlarla duvar örülüp inmelerinin engellendiğini söylüyor.
Görevlinin anlattıkları, sonradan okuduğum eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in, ordunun zafiyetini gözler önüne seren ses kaydıyla kısmen örtüşüyor.
Askerlerin katı hiyerarşik yapısı, müdahale gücünü ve hızını aksatıyor. Ortasu'da bir uzman çavuş, son kertede Malatya'daki İkinci Ordu Komutanı'nın kararlarını beklemek zorunda kalıyor. Emniyet ve ordu güçleri arasında net bir koordinasyon eksikliği hissedildiği gibi güven eksikliği de seziyorum. Hakkâri yolunda eylemin yarattığı kargaşada emniyet güçleriyle askerler arasında tanık olduğum iletişim, daha doğrusu iletişimsizlik bunun en canlı örneği.
Sorun en nihayet çözüldüğünde kendimi Şırnak Valisi Vahdettin Özkan'ın evinde buluyorum. Valiyi dinledikçe içim ferahlıyor. Son yıllarda bölgeye yollanan demokrat profilli bürokratlardan olan vali, halkla iç içe yaşıyor. Doktor eşi Ruhan Hanım Şırnak'ın köylerini karış karış gezmiş. Bugünlerde sağlık taraması yapmak için kollarını sıvamış durumda.
"Buradaki insanların güvenini kazanmak zorundayız. Kızımın Kürt arkadaşları olsun istiyorum. Fanus içinde yaşamıyoruz" diyor. Vatandaş, Muş kökenli Vali Özkan'a derdini Kürtçe anlatabiliyor. BDP'li belediye başkanıyla sıkı bir diyaloğu var. Devletin kök salmış ceberut imajını yıkmak için ailece ellerinden geleni yapıyorlar. Bunu beni Cudi Dağı'na nazır evinde yemeğe davet eden Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Osman Geliş de teyit ediyor, sokaktaki sıradan vatandaş da.
Biz yemek yerken Cudi Dağı'ndan alevler yükseliyor, silah sesleri çınlıyor. Aklım yeniden Ayla Akat Ata'ya dönüyor. Geçtiğimiz aylarda bacağına isabet eden gaz bombasından aldığı yara kötüleşince neredeyse bacağından oluyordu. Yara izleri hâlâ duruyor. Dokuz yaşındaki oğlu Heval'in psikolojisi, annesinin yaşadıklarından sonra bozulmuş.
"Bunu yapan polis cezalandırıldı mı?" diye sorduğunda, annesi "Tabii ki oğlum" demiş. Halbuki yalan. Ayla Akat'ı dinledikçe BDP'lilere hak vermemek mümkün değil. Valiyi de dinleyince devlete. Oysa gerçekler ortalardaki gri alanda duruyor. Onları arayıp bulmak, gazetecinin en zor ve bir o kadar kutsal görevi...

Diyarbakır'dan jetler havalanırken

Kaynak: Haber Türk 19.08.2011


KAN, şiddet ve intikam duyguları. Bu kısırdöngü ne zaman kırılacak? Diyarbakır'da elden ele dolaştırılan Özgür Gündem Gazetesi'nin manşetinde o korkunç fotoğrafı görünce donup kalıyorum. Parçalanmış bir çocuk bedeni, kömürleşmiş suratı melek gibi masum ifadesini koruyor. Bir yanda yetişkin bir insanın eli. Manşet ''Kandil'de vahşet" diye bağırıyor. İddiaya göre pazar günü Türk savaş uçaklarının attığı bomba Iraklı Kürt bir aileye isabet etmişti. Kamyonette seyahat eden aile, dağlarda filan değil Raniya Kasabası'na yakın vuruldu.
Dün Irak Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı Mesud Barzani haberi doğruladı. Saldırıyı şiddetle kınayan Barzani, sınır ötesi operasyonların derhal durdurulmasını istedi. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin başkanı olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği Temsilcisi Behroz Galali de korkunç haberin doğru olduğunu savundu dün. Galali, titrek bir sesle maktullerin isimlerin saymaya başladı. 1950 doğumlu Hüseyin Mustafa, 1963 doğumlu eşi Nere, 1990 doğumlu kızları Ruzan, 1996 doğumlu oğulları Zana, 2010 doğumlu torunları Surena, 2011 doğumlu torunları Soli ve akrabaları Auni Hasan. Yani ölenlerin ikisi henüz bebekti. "Sadece dedenin cenazesi tanınacak durumdaydı" diyor Galali. "Mutlaka kaza olmuştur, sivilleri neden hedef alsın Türkiye? Bu konuda Başbakan Erdoğan teminat vermişti" diyorum sıkıla sıkıla. Galali artık öfkesini gizleyemiyor, "Onu kendilerine sorun" deyip telefonu kapatıyor.
Genelkurmay Başkanlığı basın birimini arıyorum hemen. İletişim Dairesi Başkanı Tuğgeneral Baki Kavun, ''Tamamıyla örgüt propagandası, seçtiğimiz hedefler belli, siviller asla hedef alınmamıştır. Olay gerçek değil' diye yalanlıyor haberi. Olayı yerinde araştırmadan kesin kanaate varmak mümkün değil. Sivillerin bilerek hedef alındığını aklım hiç ama hiç almıyor. Ama savaş bu... Kurunun yanında yaş da yanıyor. Afganistan'da, Irak'ta, Pakistan'da...
Peki siviller gerçekten istenmeden dahi olsa öldüyse Türkiye özür dileyecek mi? Soru BDP'nin Suriçi Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'tan. Ya Silvan'da, Çukurca'da gencecik yaşta şehit düşen askerler için kim özür dileyecek? Soru yine Demirbaş'tan. Demirbaş'ın yerinde olmak istemezdim. 18 yaşındaki oğlu dağda, 24 yaşındaki diğer oğlu ise kasım ayında askerliğine başlayacak. Ya karşı karşıya gelirlerse?
Şiddet yeniden neden tırmandı, tırmandırılıyor? Bu fasit daire nasıl kırılır? "Daha fazla demokrasi, daha fazla reformlarla" demiştik. Ve AK Parti hiçbir hükümetin yapmadığı reformlara cesurca imza attı. 2008 yılında çözüme kısmen de olsak yaklaşmıştık. PKK'nın silahsızlanıp kalıcı bir barışa imza atması kıvamına gelinmişti: Habur fiyaskosu, KCK'lıların tutuklama furyası ve son olarak Tokat Reşadiye saldırısında 7 askerin şehit edilmesine denk. Ardından taraflar sertleşti. Yeniden askeri tedbirlerin ön plana çıktığı, PKK'nın imhası hedeflendiği noktaya gelindi. Yıllarca denendi. Keşke bu tuzağa düşülmeseydi. Kürtler de kendilerine aynı soruyu sormalı. Kendi evlatları nelere alet ediliyor?
Çünkü hepimiz biliyoruz ki bu işi rant haline getiren taraflar -PKK'nın içindeki savaş baronları ve derin devlette kümelenen demokrasi düşmanları-tam da bunu istiyorlar. Kaldı ki bu grupların çıkarlarının zaman zaman PKK'yı her daim koz olarak kullanan başta İran ve Suriye olmak üzere bazı komşu devletlerle de örtüştüğü oluyor. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Nedense BDP çevrelerinde en çok rağbet gören teori, Türkiye, İran ve Suriye'nin PKK'ya karşı şu an ortak hareket ettiği. Buna örnek olarak da İran'ın kendi hava sahasını Türk savaş uçaklarına açması olarak gösteriliyor. Peki Çukurca saldırısının PKK'nın içindeki Suriyeli grubun emirleriyle gerçekleştirildiği iddiasına ne demeli? Ve Habur öncesinde yapılan müzakerelerin odağında bulunan PKK'nın "ılımlı" kanadının başını çektiği söylenen Murat Karayılan nerede? İran tarafından tutuklandığı haberlerinin "asparagas" olduğu söyleniyor; haberi veren TRT ve Anadolu Ajansı hükümetten fırça yiyor, ancak Karayılan ortada yok.
Gerçi Roj TV'de demeci yayınlanıyor ama ne ses bandı var ne de görüntü. Ya harekâttan haberi vardı ve saklanıyor ya da gerçekten İran'ın denetiminde... Eğer böyleyse İran neyin peşinde? Çünkü aynı İran, PKK'nın şahin kanadını temsil eden Cemil Bayık ile içli dışlı. Karayılan'ın tasfiyesi, Bayık grubunun güçlenmesi demek. Şiddetin daha da artması demek.
İntikam ve öfkeyi bir kenara koyup inadına barış demeliyiz. BDP'li siyasetçileri de günah keçisi yapma kolaycılığından vazgeçmeliyiz. Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, örgüte katılımın arttığını geçtiğimiz gün teyit etti. Abdullah Demirbaş'ın ifade ettiği gibi, sivil siyaseti işlevsizleştirirseniz olacağı budur.

Galata'da İsyan Vakti

Kaynak: HaberTütk 19.08.2011

BUGÜNKÜ köşemi gündemin en can alıcı konusu Kürt sorununa ayıracaktım. Ancak Ayşe Arman'ın dünkü köşesini okuyunca bir anda vazgeçtim. Çünkü artık cehennemi andıran eski mahallem Galata şiddete gebe. Arman, bu konuyu mükemmel özetleyen bir mektup yayınladı. Mektubun sahibi sevgili komşum ve NTV yayınlarının başındaki isim Neyyire Özkan. Neyyire'den izin alıp mektubu aynen yayınlıyorum.
"Akşam saatleri. Hava yeni yeni kararıyor. Şehrin eski, küçük meydanında büyük bir cangıl. Yerlerde irili ufaklı halka halka oturmuş, uzanmış, yayılmış, gençler. Kızlı, erkekli. Dünyanın farklı ülkelerinden... Türkiye' nin farklı şehirlerinden. Müzik yapıyor, lobut atıyor, sohbet ediyorlar. Bir iki mırıltı...
Ellerinde biraları, şişe şarapları... Özgürler! Medeniler! Ne güzel manzara değil mi? Herhangi bir akşam saatinde yolunuz o 600 yıllık meydandan geçse bu sahneye tebessümle bakıp, 'Ah gençlik diye iç geçirirsiniz, bu kesin.
Gerçekten güzel... Ama sakın kanmayın. Çünkü bu tatlı, genç kalabalık saatler ilerledikçe canavarlaşacak. Santimetrekaresine kadar doldurdukları o meydanda, 'masum gençler buluşması'ndan çıkıp, bir "toplu taciz" ayinine başlayacaklar. Buranın bir mahalle olduğunu unutarak.
Gece ilerledikçe, saatler gece yarısını çoktan geçip sabaha doğru ilerledikçe toplu şarkılara kavga, gürültü, küfür karışacak. Gece ilerledikçe atılan, fırlatılan şişelerin haddi hesabı olmayacak. Son sesleriyle haykırıp, darbukalara son güçleriyle vuracak, nefesli çalgılarını gırtlaklarını yırtana kadar üfleyecekler....
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ise arkalarında kesif çiş kokuları, her yere savrulmuş kırılmış içki şişleri, yüzlerce teneke kutu, yediklerinin artıkları, meydanı kaplamış sigara izmaritleri... Dökülen saçılandan yapış yapış olmuş bir meydan. Bütün bunlar İstanbul'un tam ortasında, İstanbul'un gözbebeği yerlerinden birinde, tarihi ve turistik Galata da, her gece ama her gece oluyor.
Sanki burası şehrin kilometrelerce dışında bir kamp alanı, bir festival yeriymişçesine. Sanki bu küçük meydan sabahçı açık hava meyhanesiymiş gibi... Akıl alır gibi değil. Burası bir semt, evlerin, esnafın olduğu bir mahalle. Her yaştan mahalleli -ki çocuklar, bebekler dahil- uyku uyuyamıyoruz.
Meydandaki otel, müşterilerine 'kulak tıkacı dağıtıyor. Bina kapı önlerimiz, duvar diplerimiz açık tuvalet halinde. Gece evimize dönerken yürüyerek meydanı geçmek imkânsız halde. Bu kalabalığın içine karışan iğrençlikler ayrı konu. Dolu dolu olay yaşanıyor.
Mesela, cam kırıklarının bacağını kestiği bir turist kızın üzerine 'yardım' amaçlı üç beş herif çullanıyor. Elleri bedeninin her yerinde! Hap satan, tiner çeken burada. Bin türlü rivayet dolaşıyor: Meydanın yan duvarından düşüp ölen biri, kapısı açık apartman girişlerini yatak odası sananlar...
Gece ilerledikçe, iş çığırından çıkıyor, şuursuz kalabalığın mahalleliye yaptığı taciz devasa boyutlara geliyor. Mahallelinin eli armut toplamıyor tabii. Aylardır her türlü yasal yoldan şikâyetini yaptı. Valilik, Emniyet, Belediye... Dilekçeler, imzalar. Toplantılar... Yetkili, etkilililer geldi, gördü, yerinde tespit etti.
Sonuç: Koca bir hiç? Mahalleli gerilmiş bir yay... Gece tepesi atıp meydana ineni, diğer üç beş mahalleli sakinleştirmeye çalışıyor. Sinirler laçka, gerilim had safhada... Kötü şeyler olmadan, bu sorun çözülmeli.
Çabuk, hemen... Ve meslektaşlarıma, gazetecilere, televizyonculara sesleniyorum. Haber yapmak istiyor musunuz, gelin Galata ya. Çok yönlü, çok argümanlı, dokümanlı, tartışmalı, röportajlı ve de fotoğraflı bir şehir hikâyesi sizi bekliyor. Yabana atacağınız cinsten değil...
Hangi ucundan sökerseniz, oradan tutar götürürsünüz... Gelin, görün, çekin. Özellikle gece yarısı... "
Neyyire' nin tarif ettiği tablodan ben de nasibimi aldım. Özenle restore ettiğim 1891 yapımı Kule Meydanı'ndaki güzelim evimden kaçıp başka bir semte yerleşmek zorunda kaldım. Kaçan kaçana. Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, mahalle sakinlerinin dertlerini sabırla dinledi. Ama müdahale etmekte zorlanıyor. Durum bir yandan yetkilerini aşıyor, diğer yandan ise "İslamcılar, laiklere yine müdahale etti" tarzında eleştirilerden çekiniyor.
Ne var ki yazımın başında belirttiğim gibi Galata Meydanı şiddete gebe. Yaygın söylentilere göre Tophane den bir grup sopalarını hazırlamış her an kalabalığa dalmak için sabırsızlanıyor. Buna karşın meydanda toplanan tipler Facebook'ta "Galata'da İsyan Vakti" adında bir sayfa açmış, yarın akşam düzenleyecekleri eyleme binlerce yandaş toplamaya hazırlanıyorlar. Umarım yanılıyorumdur ama kötü şeyler olacak gibi..



Kürt Sorunu Dallanıp Budaklanırken

Kaynak: Habertürk 16.08.2011
ŞIRNAK'ın Beytüşşebap İlçesi'nde PKK'nın düzenlediği saldırıda yaşamını yitiren askerlerden Onur Karakaş'ın son sözleri hepimizi derinden sarstı. Facebook sayfasına ölümünden birkaç saat önce şöyle yazmıştı Karakuş: "Burası ne cennet ne harikalar diyarı. Burası insanların sustuğu, mermilerin konuştuğu, güllerin yerine barutun koktuğu... Batıda şafak sayanların değil tezkereye bir gün kala şehit olanların yeri..."
PKK'nın eylemlerini tırmandırdığı bugünlerde Başbakan Erdoğan da sabrın son noktasına gelindiği uyarısında bulundu. "Bıçak kemiğe dayandı" diyen Erdoğan şöyle devam etti: "Bu ülkede bölücü terör örgütüyle arasına mesafe koymayanlar da bu suça iştirak ediyorlar. Bunu da buradan açıklamak istiyorum ve onlar da bunun bedelini ödemeye mahkûm olacaklar."
Başbakan'ın bu sözlerini üstüne alan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş cevap vermekte gecikmedi. "PKK'nın intikamını BDP'den alıyorlar. BDP demokratik bir sistemde şiddetle arasına net bir mesafe koymuştur. Mücadele yöntemi PKK'dan ayrı bir örgüttür" diyerek savunmada bulundu.
"Peki Kürt sorununa kafa yoran bizler, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler ve sivil toplum örgütleri, Başbakan'ın bu sözlerinden nasıl bir anlam çıkarmalıyız?" diye sormadan edemedim. Zira son zamanlarda özellikle Kürt siyasal hareketi diye özetlenen yapıyı oluşturan insanları tanımayı, onlarla empati kurmayı ve sorunu onların cephelerinden anlatmaya gayret eden hareketin dışında iyi niyetli ve cesur kalemler bir şekilde susturulmak isteniyor. "Bedel ödenecek" derken onlar da mı hedefte yoksa? Henüz yargılanan, hapse atılan yok. Ama daha on yıl öncesine kadar durum buydu. Kürt sorununa dokunan bir şekilde "yanıyordu".
Hatta yüzlercesi faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Oysa AK Parti'nin iktidara gelmesiyle birlikte ilk kez düşüncelerimizi daha özgürce ifade edebilir hale gelmiştik. Derin bir "oh" çekmiştik. Ve bu sayede kamuoyunda 90'lı yıllarda derin devlet mi dersiniz artık ne dersiniz bilmiyorum ama devletin de bir şekilde dahil olduğu (bakın kelimelerimi ne kadar özenli seçmeye gayret ediyorum!) Güneydoğu insanının yıllarca maruz kaldığı vahşete biraz olsun vâkıf olunmaya başlanmıştı. Demokratik adımlarla tesis edilecek bir barış için zemin oluşmuş, "Kürt açılımına" start verilmişti. Oysa bugün "Sri Lanka" modeli, yani topyekûn askeri harekât ile PKK'yı çökertmekten söz ediliyor.
Erdoğan'ın uyarılarının bir diğer muhatabı ise Iraklı Kürtler. Zira her ne kadar ikili ilişkilerin "stratejik" düzeye ulaştığı söylense dahi Iraklı Kürtlerin PKK'ya karşı yeterince tedbir almadığını düşünenlerin sayısı devlet katında az değil.
Aynı şikâyet İran tarafından da telaffuz ediliyor. Çünkü PKK'nın bir kolu olan İran Kürtlerinin özgürlüğü için savaşan PJAK militanları da Kandil'de bulunuyorlar. Murat Karayılan ve arkadaşlarıyla da içli dışlılar. Aynı kamplarda eğitim görüyorlar. Ve son haftalarda İran'a karşı operasyonlarını yoğunlaştırdılar. İran da havadan ve karadan karşılık veriyor. Hatta önceki gün İranlı yetkililer, TRT ile birlikte Murat Karayılan'ın yakalandığını iddia etti. Ardından bunun doğru olmadığı yönünde haberler çıktı. Bütün bunlar olurken Karayılan, İran'a bir zeytin dalı uzattı. "PKK olarak İran'a karşı herhangi bir savaş ilan etmedik" diyen Karayılan, "bölgeyi yeniden dizayn etmek isteyen uluslararası güçlerin" amaçlarından bir tanesinin de İran'ı kuşatmak olduğunu savundu.
Bu "güçlere" alet olmayacaklarını beyan eden Karayılan, "İran'ı yeni saldırılara tahrik etmemek için" PJAK militanlarının İran sınırından içeri bölgelere doğru kaydırıldıklarını bildirdi. Yani PJAK'ın bir şekilde kendi komutasında olduğunu teyit etti. Peki Karayılan'ı İran karşısında geri adım attıran neydi? Irak Kürdistan yönetiminin bu işte önemli payı olduğu, güvenilir kaynakların aktardıkları bilgiler arasında yer alıyor.
Iraklı Kürt liderlerinden beklenen aynı şekilde PKK'nın Türkiye'ye yönelik saldırılarını durdurması için devreye girmeleri. Ancak Iraklı Kürtler, Karayılan'ın örgütün ılımlı kanadını temsil ettiğini ısrarla savunuyorlar. Her ne olursa olsun akan kanı derhal durdurmak için herkes kendi payına düşeni yapmalı. Ve herkes önerilerini korkmadan, çekinmeden sunabilmeli. Ama başta Başbakan olmak üzere hepimiz biliyoruz ki askeri çözüm asla çözüm değildir.

CHP'nin Suriye sınavı

SEÇİMLERİN hemen ardından CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'yla bir söyleşi yapmıştım. Konuştuğumuz konular arasında Suriye de vardı. Tam o sıralarda Baas rejiminin vahşetinden kaçan binlerce Suriyeli mülteci, Türkiye'ye akın etmeye başlamıştı. "Hatay'a gidip mültecilerle ilgilenmek iyi olmaz mı? Sadece Türkiye'de değil bütün dünyada demokrasi ve insan haklarından yana tavır almak 'yeni CHP'ye yakışmaz mı?" diye bir öneride bulunmuştum. Kemal Bey de bu fikri çok olumlu karşılamıştı. "Gideceğim" demişti.
Tam röportajı kaleme alırken CHP Genel Merkezi'nden bir telefon geldi. Kemal Bey, Hatay'a gitmekten vazgeçmişti. Nedenini sorunca "Uygun değil" diye bir cevap almıştım. Oysa Kemal Bey gidip Suriye muhalefetiyle görüşmeyecekti ki. Mağdurlarla, sivillerle görüşecekti. Bunun neresi sakıncalıydı? Anlayamamıştım. Oysa anamuhalefet partisi lideri, Türkiye için bu kadar hayati bir konuda nasıl bu kadar pasif olabilirdi? Şimdi daha iyi anlıyorum.
Sanırım "eski CHP" yine baskın çıkmıştı. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi. AK Parti doğru bir şey yapsa dahi her daim tu kaka denilecek. Bu sığ mantalitenin en son tezahürüne Başbakan'ın Suriye'yi uyarması ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Suriye Lideri Beşar Esad'la gerçekleştirdiği 6.5 saatlik görüşmesinin akabinde tanık olduk. Başbakan Erdoğan'ın "Sabrımız taştı" mealindeki uyarıları son derece yerindeydi. Tek sorun, bunları bu kadar sert bir tonda uluorta dillendirmesiydi. Zira Arap coğrafyasında onur, gurur son derece önemli bir husus. Suriye diktatörü, Türkiye'den tırsıp bir şeyleri zorla yaptığı görüntüsünü asla vermek istemez.
Kemal Bey bu uyarıdan, Türkiye'nin Suriye'ye müdahale edeceği anlamının çıktığı veya daha doğrusu çıkabileceği noktasında haklıydı. Ya gerisi? Türkiye'nin Suriye'ye "Derhal sivillerin üzerinden silahlarını, tanklarını çek" demesini, "ABD'nin taşeronluğunu yapıyor" şeklindeki suçlaması bana son derece çelişkili geldi. AK Parti Esad ile yakınlaşırken "Ekseni kaydırıyor" diye yerden yere vurulmuştu. Şimdi de insan hakları ve demokrasiden yana tavrını koyarak Esad'a diklenince Amerikan uşağı diye damgalanıyor.
Evet ABD Dışişleri Sözcüsü Victoria Nuland, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın Davutoğlu'yla Suriye gezisinden sonra uzun bir telefon görüşmesi yaptığını teyit etti. "Türkiye'yle ortaklığımız var. Biz müttefikiz. Dışişleri Bakanı Clinton, Dışişleri Bakanı Davutoğlu'yla çok yakın bir şekilde çalışıyor" dedi. Peki bu sözlerden, Davutoğlu'nun ABD'den talimat aldığı anlamı mı çıkıyor?
Kesinlikle hayır. Biraz teybi geri saralım. Suriye'deki kanlı olaylar ilk patlak verdiğinde Obama yönetimi, özellikle Cumhuriyetçiler tarafından pasif kalmakla suçlanmıştı. Hakikaten Tunus ve Mısır'daki devrimler karşısında hazırlıksız yakalanan Obama, Suriye konusunda da epey bir bocaladı. Zira bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, Suriye'nin istikrarsızlaşmasının başta İsrail ve Lübnan olmak üzere bölgedeki tüm dengeleri altüst edecek gelişmeleri tetikleyeceği herkesin malumu.
"Esad giderse yerine kim gelir?" sorusunun cevabını kimse bilmiyor. Dolayısıyla Suriye'deki olup bitenleri "ABD'nin (ve İsrail'in), Suriye'nin baş müttefiki İran ve gittikçe güçlenen Türkiye'yi hizaya getirme operasyonu" olarak tarifeden yılmaz komplo teoricileri fena halde yanılıyorlar.
Türkiye'nin Suriye'ye askeri müdahalesi söz konusu olmaz. Olmamalı. İngilizlerin The Times Gazetesi'nin gaz vermesiyle (dün yayınlanan başyazısında Erdoğan'ı bol bol pohpohladıktan sonra Suriye'yi, müthiş askeri üstünlüğüyle ancak Türkiye'nin hizaya getirebileceğini buyurmuştu) Türkiye Cumhuriyeti Devleti, altından kalkamayacağı maceralara sürüklenecek değil. Türkiye kanı durdurmak için elinden geleni yapıyor. Yapıcı rol üstleniyor. Suriye yönetimiyle böylesi diyaloğu olmayan Amerika ise Türkiye'nin girişimlerinden nemalanmaya çalışıyor. "Bakın bu işin içinde biz de varız, bir şeyler yapıyoruz" demeye getiriyor. ABD'deki muhaliflerini susturmaya çalışıyor.
Ortadoğu'ya dışarıdan yapılan müdahaleler her daim ters tepmiştir. Bosna ve Kosova'yla karşılaştırmak çok anlamlı değil. (Bu da başka bir yazının konusu.) Yakın tarihimiz ve bugünümüz bunun örnekleriyle dolu. Suriye'deki kanı durdurmak şu an için tek önceliğimiz olmalı. Esad da bu kanlı sarmaldan sıyrılması için muhalefetin de yardımıyla bir konjonktür yaratmalı. "Artık iş işten geçti" demek için henüz erken.

Kaynak: Haber Türk   12.08.2011

'İlk travesti köşe yazarı'

HABER medya sitelerinde böyle duyuruldu. Kötü niyet asla yoktu. Ama ben şahsen rahatsız oldum. Çünkü Taraf Gazetesi'nde geçtiğimiz çarşamba günü ilk köşe yazısı yayınlanan Esmeray Özadikti atraksiyon uğruna işe alınmadı. Ahmet Altan ve Yasemin Çongar'la büyük zevkle çalışmış biri olarak böylesi bir yaklaşımlarının asla olamayacağını birinci elden biliyorum.
Esmeray travesti olduğu için değil demokrat kişiliği, kıvrak zekâsı ve yeni keşfettiğimiz yazı becerisi sayesinde Taraf'ta yer buldu kendine. Ama maalesef Esmeray'ın cinsel kimliği her şeyden fazla ilgi çekti. Dediğim gibi kötü niyet asla yok ama kemikleşmiş refleksler söz konusu. Oysa "kentsel dönüşüm" adıyla yıllarca Tarlabaşı'nda yaşayan insanların mahallelerinden insafsızca sökülüp atılmalarını anlatan ilk yazısı ön plana çıkarılsaydı çok daha şık olurdu bence.
Aynı "günahı" ben de işledim kısmen. Birkaç yıl önce The Economist Dergisi için Esmeray'ı haber yapmıştım. Ama verdiği mücadeleden dolayı. Türkiye'de travesti olmanın ne kadar zor, hatta zaman zaman ölümcül olduğunu vurgulamak için. Hele Esmeray gibi Kürt ve solcuysan. Kars'tan İstanbul'a 15 yaşındayken göç eden Esmeray, seks işçiliği yaparak geçinirken bu duruma isyan edip ilk etapta yaşadığı Tarlabaşı'nda midye satarak karnını doyurdu, ardından tiyatro yaparak. Hem de söke söke.
Esmeray'ın son derece renkli, bir o kadar da acı dolu hayat öyküsünü mizahi bir dille anlatan "Cadı'nın Bohçası" gerçekten görülmeye değer. Geçen yıl Esmeray'ın stand-up oyununu izlemeye gittiğimde çok hoş bir sürprizle karşılaştım. Çoğu genç olan ve "beyaz Türk" diye tarif edebileceğim seyircileri görünce şaşırmıştım. "Eyvah bunlar kadıncağızla alay etmeye, bir tür vaudeville tiyatrosu seyretmeye gelmişler" dedim kendi kendime.
Ne kadar yanılmışım. Hepsi oyunu büyük ilgi ve saygıyla izledikleri gibi erkekler, Esmeray'ın "interaktif" sataşmalarına gayet sportmence tepki verdi. Herkes bol bol güldü, zaman zaman hüzünlendi ve evine dönünce sanırım uzun uzun düşündü. Esmeray'ın dediği gibi "Oyunu izleyenler cinsel kimliği farklı olan insanların nelere maruz kaldığını görüyorlar".
Yazımın başında belirttiğim gibi medya sitelerinin "İlk travesti köşe yazarı" diye verdikleri haberde art niyet yoktu. Ne yazık ki bazı istisnalar olduğunu öğrendim. Bir medya sitesinde köşe sahibi kadın yazar bakın neler buyurmuş: "Bir gazetenin hangi görüşte olursa olsun bir travesti köşe yazarını beslemesi içimi bulandırdı... Taraf; Taraf mı tutuyor ne yapıyor? Böyle reklam olur mu hanımlar beyler?.. Hele de ramazan günü... İnsanın içini kaldırıyor doğrusu... Bu kişi, köşe yazılarını yazdıktan sonra TV ekranlarına sıçrarsa ve bir anda ortalık travestilerle kaynamaya başlarsa, sorumlusu kim olacak ki ? Artık TV ekranlarında başrol oynar... Sonra da özerklik ister birileri gibi... Sonra aralarında nikâh kıymaya başlarlar... Sonra sağa sola dökülüp, çoluk çocuğumuza saldırırlar... E-5 üzerindekilerin gece vakti sağa sola saldırmalarını ne çabuk unuttuk Allah aşkına!"
Herkesin fikrine saygılıyız ama bu hanım biraz bilgilenip öyle yazsa diye düşünüyorum. Çocuklarımıza saldıranlar çoğunlukla heteroseksüel erkekler, travestiler değil. E-5 karayolunda travestiler, saldıran taraf değil çoğunlukla saldırıya uğrayan taraf. Hem de en korkunç biçimde. Kaçı öldürüldü. Kaçı polis tarafından acımasız şekilde dövüldü. Esmeray dahil. Gazete okuyan, televizyon izleyen herkes bilir. Travestiler bedenlerini E-5'te keyiflerinden ötürü satmıyorlar. Toplum onlara başka iş imkânı tanımadıkları için fuhuş batağına sürükleniyorlar. Esmeray büyük bir istisna.
Son olarak da hanım yazar gibi düşünenlere, mübarek ramazan günü ellerini bir an vicdanlarına koyup şunu düşünmelerini rica ediyorum: "Ya benim evladım eşcinsel veya travesti olsaydı, ne yapardım?" Eşcinsellik ne sapıklık ne de hastalık. Eşcinsellik de farklı bir insanlık hali. Onları da Allah yarattı bizleri de.
Eşcinselleri sapık olarak tanımlayan Naziler, binlercesini toplama kamplarına tıkıp öldürdü. Bunların hepsi belgelendi.
Bugün Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, eşcinsel kimliğini açıkça beyan ettiği gibi bir de evli olduğu bir partneri var. Muhafazakâr kimliğinin yanı sıra vicdan ve hoşgörüsü ile bütün kesimlerde büyük takdir ve sevgiyle kucaklanan Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu'nun, Westerwelle ile tokalaşırken irkildiğini gördünüz mü hiç? Ben görmedim. İnsanlık budur. Medeniyet budur. Hoşgörü budur.

kaynak: haber türk 05.08.2011

Generallerin gidişi

GENELKURMAY Başkanı Işık Koşaner ve zaten emekliye ayrılacak olan kuvvet komutanlarının toplu istifası yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da epeyce yankılandı. Olayın "tarihi" olduğunu vurgulayan pek çok kalem, askerlerin AK Parti'nin başını çektiği sivilleşme mücadelesi karşısında pes ettiğini yazdı. Darbeler döneminin artık bir daha açılmamak üzere kapandığı yorumu yapılıyor.
Toplu istifaların siyasi anlamda etkisinden ziyade tarif ettiği durum önemli. Bir çırpıda son dokuz yılda olanların özünü aktaran bir söz konusu. Ordu on yıllarca "laiklik", "irtica", "ülkenin bölünmez bütünlüğü" üzerinden kendi gücünü ve "cumhuriyet elitleri"ni korudu aslında. Menderes'i astılar, yüz binlerce insanı zindana attılar, işkencelerle öldürdüler. Sayelerinde yıllarca insan hakları sicili en bozuk ülkelerin başını çektik. Tabii kendi yarattığı siyasiler ve bürokrasiyle yaptı bunları. Ve asla hesap vermedi. Sırtını askere dayayan her daim güçlüydü. Türk medyası bu güç ve iktidara göre şekillendi. Bu düzen yıllarca demokrasi kılıfı altında dayatıldı.
Şimdi gücünü halktan alan bir siyasi hareketle karşı karşıyayız. Ve eğer AK Parti tek başına iktidara gelmeseydi Türkiye bugünlere bu denli hızlı kavuşur muydu, emin değilim. AK Parti'nin en büyük şanslarından biri 1 Mart Tezkeresi'ni geçirmemiş olması. Çünkü eğer geçseydi Irak Kürdistanı'nda Vietnam tarzı bir bataklığa saplanmış olurduk. Aynı zamanda ABD'nin soğuk savaş alışkanlıkları iyice depreşirdi. Sivil iktidardan ziyade TSK'yı muhatap sayardı.
AB'yle müzakerelere başlamak hayal olurdu. (Başladık da ne oldu diyeceksiniz; çok şey oldu ama bu başka bir yazı konusu.)
Evet bugün Türkiye, hiç olmadığı kadar "sivil". Fakat askerlerin siyasetten ellerini tamamıyla çekmeleri için daha yapılacak çok iş var. Genelkurmay'ın Savunma Bakanlığı'na bağlanması gibi, savunma harcamalarının siviller tarafından denetlenmesi gibi ve TSK'nın darbelere zemin oluşturan İç Hizmet Kanunu'nun 35'inci maddesinin lağvedilmesi gibi. Ve en önemlisi, yeni sivil bir Anayasa'nın yapılması gibi.
Tam bu noktada Başbakan Tayyip Erdoğan'ın asıl niyeti nedir, bunu anlamamız lazım. Türkiye'yi bu noktaya kadar getirdiği için kendisine kocaman teşekkür borçluyuz, ancak zihinlerde gittikçe büyüyen bir soru var: "Eski militarist düzeni yıkmayı başaran AK Parti, o düzenin yeni bir modeli olarak mı karşımıza çıkıyor? Güç el değiştirdi. Bu kadar mı?"
Başbakan'ın ne yazık ki eleştiriye karşı gösterdiği tahammülsüzlük ve özellikle "bir kısım" medya üzerinde hissedilen baskı abartılı da olsa bu yöndeki kanaatleri güçlendirmeye başladı. Ergenekon ve KCK davalarında cezaya dönüştürülmüş tutukluluk süreleri (komutanlar işin ucu kendilerine dokununca ancak "adalet" serzenişlerinde bulundular), kaygıları daha da derinleştirdi.
Bu sebeplerden güçlü bir muhalefete ihtiyaç var. Ne yazık ki özellikle CHP'nin bugünkü durumuna baktığımızda güçlü muhalefetten söz etmek mümkün değil. Sindirilmiş bir medya ise asla dördüncü kuvvet görevini yerine getiremez. Bugüne kadar tam olarak getiriyor muydu ki? Hayır.
Ne var ki halkın ezici çoğunluğu seçmiş olsa dahi bu denli güçlü bir iktidar karşısında her zamankinden fazla bağımsız ve hakkaniyetli bir medyaya ihtiyacımız var. Evrensel hukuk ve saygı sınırları içerisinde kalmak kaydıyla her türlü fikir özgürce savunulabilmelidir.
Muhalefetin diğer ayağı Kürtlere gelince; iktidarı şiddet üzerinden yıpratma güçleri var ama bunun demokrasiye herhangi bir katkısı olmaz. Tam tersi, milliyetçiliği körükler. Sertlik yanlılarının elini güçlendirir. Şimdi kilit soru şu: "Tayyip Erdoğan gerisinde nasıl bir miras bırakmak istiyor?"


kaynak: HT Gazete 02.08.2011

"Aleviyim ne var bunda?"

Kaynak: Haber Türk Gazetesi ,17 Haziran 2011 Cuma, 14:03:11 

CHP’de bitmek bilmeyen cadı kazanları kaynayadursun Kemal Kılıçdaroğlu gayet cool (sakin) ve özgüvenli duruyor. Deniz Baykal’ın seçim sonuçlarına ilişkin Kılıçdaroğlu’nun başarısız olduğunu net şekilde ifade eden, “Kimse kendini aldatmasın, Kemal Bey kurultayı toplamalı” ifadelerine ilişkin yoruma girmek istemiyor. Parti içi demokrasinin çalışacağını ve ancak yeteri sayıda delegenin kurultay için imza toplaması halinde kurultayda yarışabileceğini söylüyor. Ama böyle bir ihtimalin son derece zayıf olduğunu her haliyle belli ediyor.

Anlaşılan Kılıçdaroğlu, Baykal ile polemiğe girerek partinin eski kendi içinde kavgalı imajın yeniden oluşmasına izin vermek istemiyor. Önüne bakıyor. Baykal’ın, “CHP bir doğrultu sorunu yaşıyor. Örneğin, Kürt açılımı, yeni Kürt söylemi denildi. Ancak bu yaklaşım oy artışı getirmediği gibi CHP önemli merkezlerde oy erozyonuna uğradı” iddiaları karşısında asla yeni reformcu söyleminden geri dönmeyeceğinin ısrarla altını çiziyor.


SEÇİM TAKTİĞİ Mİ?
Kılıçdaroğlu, Kürt sorununa çözüm aramanın seçim taktiği olmadığını, bu meselenin Türkiye’nin bekasını ilgilendirdiğini ve herkesin elini taşın altına koyması gerektiğini savundu. “Sorunun çözülmesi için mutlaka CHP’nin katkısı gerekiyor. 30-40 yıldır siyaset görevini yapmadığı için bu sorun çözülemedi, bizim görevimiz iktidarı sorunun çözümüne zorlamak” diyen Kılıçdaroğlu şöyle devam etti:

“Sunduğumuz demokratikleşme raporunda geri adım atmamız asla söz konusu değil. Baskı değil özgürlük, esneklik ve çağdaş demokrasi vurgumuzu sürdüreceğiz. Özgürlüklerden hiç korkmamamız lazım. Ülke neden parçalansın. Tam tersi, Türkiye demokratikleştikçe çekim merkezi haline geliyor. Erbil’deki de, Şam’daki de Türkiye’ye gelmeyi hayal ediyor.”



‘MEMLEKETE YARARSA ÖCALAN’LA GÖRÜŞÜLÜR’
Kürt çözümüne ilişkin BDP’nin rekor sayıda milletvekili çıkarmasını olumlu bulan Kılıçdaroğlu belli konularda, örneğin faili meçhul cinayetleri araştırma komisyonu kurulmasına yönelik işbirliğine açık olduğunu ifade ediyor. Yeri geldiğinde AK Parti’yle de işbirliğine hazır olduğunu söyledi. Öcalan ile süren görüşmelere ilişkin, “Memleket için faydalı olacaksa neden karşı çıkalım” görüşünü yineleyen CHP Lideri, bu görüşmelerin içeriğini anamuhalefet partisi lideri olarak öğrenmeye hakkı olduğunu savundu.

“Başbakan bana Anayasa için geldiğinde kendisine bu talebimi bildireceğim” dedi.

Muhalefetin düzenli olarak iktidar tarafından bilgilendirilmesi gerektiğini vurgulayan Kılıçdaroğlu, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yla da en kısa zamanda bir araya gelip özellikle Suriye konusunda brifing alacağını sözlerine ekledi. Önümüzdeki dönemde dış siyasete daha fazla ağırlık vereceğini söyleyen CHP Lideri, AB üyeliğinden asla vazgeçilmemesi gerektiğini savunarak Türkiye’ye engel olmaya çalışan Sarkozy ve Merkel’i eleştirdi.


‘İlk 3 madde hariç tartışırız’
Anayasa’nın ilk üç maddesi haricinde vatandaşlık tanımı dahil tüm unsurları tartışmaya hazır olduğunu ifade eden Kılıçdaroğlu, “Biz AK Parti’nin kırmızı çizgileri nedir, Başbakan’ın aklından neler geçiyor bunları bilmiyoruz” dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü: “Meclis Başkanı’nın daveti üzerine bir komisyon kurulur. Her partiden iki milletvekili atanır, Anayasa hukukçuları bir araya gelir ve etraflıca tartışılır. Ancak biz sadece Meclis içerisindeki partiler değil dışındakilerle de görüşmek istiyoruz. Sivil toplum kuruluşlarıyla ve üniversitelerle de. Tabii dediğim gibi Başbakan ne düşünüyor, Cumhurbaşkanlığı konusunda gündeminde ne var bilemiyoruz. Ancak bizim açımızdan yargı bağımsızlığı, medya özgürlüğü ve dokunulmazlıkların kalkması son derece önemli. AKP’nin bir önceki Anayasa çalışmasının neticelerini gördük. Tek bir partinin mutfağında değişikliğe gitmek son derece tehlikeli.”


Kılıçdaroğlu’nun seçimden aldığı dersler
Esnaf gezilerinde sadece el sıkışıp bir iki dakika yeterli değil. Bunun otomatikman oya dönüşeceğini düşünmek yanlış. Seçmenin derdini dinlemek gerekiyor. Bu iletişim sürekli kılınmalıdır.

Seçimde organizasyon aksaklıkları oldu. Otobüsteki ses düzeni gibi. En önemlisi önseçimle aday belirlemek. 29 ilde bunu yaptık ve son derece başarılı netice aldık. Bir dahaki seçimde bütün adaylar inşallah önseçimle belirlenir. Parti içi demokrasinin gereği budur.

“Silivri listesi” ile ilgili eleştirilere ilişkin Kılıçdaroğlu, “Haberal Zonguldak’ta gayet iyi netice almıştır. Çünkü orada sevilen bir insan. Orada 60 bin 172 fazla oy almıştır. AKP ise oylarını sadece 39 bin 614 artırmış.

Bazı liberal yazarlarla son anda bir araya gelmekten vazgeçen Süheyl Batum’a yöneltilen eleştiriler konusunda ise “Buluşma olayını ilk defa duyuyorum” diyen Kılıçdaroğlu, “Hangi düşüncede olursa olsun hiç kimseyi dışlamaya hakkımız yok, doğru bulmuyorum, herkese kapımız açık” dedi.


‘Atatürk de mi baraj altında kaldı?’
Kılıçdaroğlu ilk yurtdışı gezisini de Sosyalist Enternasyonal’e katılmak üzere yapacak. Washington’la ilgili henüz kesinleşmiş bir program yok. Bu arada AB’nin Genişlemesinden Sorumlu Komiseri Stefan Füle, seçimlerden sonra hemen Kılıçdaroğlu’nu telefonla tebrik etmiş.

Türkiye’nin üyelik sürecinin gittikçe içine kapanan ve İslam’a karşı önyargılı duran Avrupa için bir etik ve manevi sınav niteliği taşıdığını belirten Kılıçdaroğlu, Türkiye’nin yılmaması halinde Avrupa’nın silkinip vicdana, hoşgörüye yeniden kavuşmasına yardımcı olabileceğine işaret etti. Kılıçdaroğlu sözlerini, “Doğu ve Batı gibi kavramlar artık gittikçe anlamsızlaşıyor, artık dünya evrensel değerler ölçüsünde tarif ediliyor edilmeli” diyerek sürdürdü.


‘ATATÜRK SİYASETÜSTÜ FİGÜR’
Baykal’ın yıllardır güttüğü, merkezine Atatürkçülüğü ve şeriat paranoyasını koyan siyasetin CHP seçmeni tarafından daha fazla benimsendiğini ima etmesi noktasında da, “Atatürk bu toplumda yaşayan herkesin lideri, onu dar alanlara hapsederek siyaset yapılmaz, yapılmamalıdır” dedi.

Baykal, Atatürk üzerinden siyaset yaptığına göre “99 seçimlerinde CHP baraj altında kaldı, o halde Atatürk de mi baraj altında kalmış oluyor” sorumuza gülümseyerek, “Atatürk siyasetüstü figür. Atatürk statükodan değil çağdaşlıktan, zamana, toplumdaki değişime ayak uydurmaktan yanaydı” cevabını verdi.

Yeni Anayasa konusunda Erdoğan’ın, “Kapılarını çalacağız” sözlerine ilişkin, “Biz kapımızı açmaya hazırız” diyor.


ETNİK VE DİNİ SİYASET
Hiç olmadık kadar sert geçen seçim kampanyası hakkında neler düşünüyordu. Başbakan’ın kendisini Alevi kimliği üzerinden hedef almasına ne diyordu?

“Birincisi ben her zaman etnik kimlik ve din üzerinden siyaset yapmayı reddettim. Böylesi bir siyaseti de hiçbir şekilde ahlaklı bulmuyorum” dedi. Geçmişe sünger çekip Başbakan’ı affetmeye hazır mıydı peki? Kılıçdaroğlu’nun cevabı net: “Özür dilemedikçe cevabım ‘Hayır’. Evet Alevi’yim, bu ne zamandan beri suç sayılıyor bu ülkede. ‘Hakkınızı helal edin’ diyen biri, başkasının inancını sorgulamaz. O zaman siyasetin gereği olarak sarf ediyordur bu sözleri. Kendi inancı gereği olarak değil.”

Erdoğan’ın, The Economist Dergisi’nin CHP’ye oy vermesi telkininde bulunması üzerine CHP’ye “küresel çete” ithamında bulunmasına ilişkin yargı yoluna başvurmaktan vazgeçmeyeceğini de sözlerine ekleyen Kılıçdaroğlu’nun, belli ki Erdoğan’a karşı öfkesi halen yatışmış değil. Ama buna rağmen bir saat süren mülakatımız boyunca ısrarla “Yapıcı muhalefet” dedi. Ayrıca Türkiye’nin yeni Anayasa ve Kürt sorunu gibi hayati meseleler noktasında gündelik siyasi hesapları bir kenara itip Türkiye’de barış ve demokrasinin kök salması adına iktidar partisiyle uyum içersinde çalışmayı bir vicdani sorumluluk olarak addediyor.

Bir de cemaati dinleyelim

Amberin Zaman
Kaynak: Gazete Haber Türk, 11 Mart 2011 Cuma, 07:43:26

ŞİMDİDEN "Tırstı, balans ayarı yapıyor" diyenleri duyar gibiyim. Varsın desinler. Ben doğru bildiğimi yapıyorum. Son zamanlarda ben dahil olmak üzere ya ima yoluyla ya da adını zikrederek (ben ikinci yolu tercih edenlerdenim) Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın, Fethullah Gülen Cemaati'ni hedef alan kitaplar yazdıkları için cezalandırıldıkları algısı gittikçe yayılıyor. Hatta kesin kanaat haline geliyor. Yürütülen mantık şu: Emniyet ve son zamanlarda yargıda köşeleri kapan harekete yakın kişiler, onları eleştiren insanları cezalandırmak suretiyle böyle bir çalışmaya yeltenenlere de gözdağı veriyor.Ahmet ve Nedim'in tutuklanmasının akabinde bende de böyle bir yargı oluşmaya başladı ve bunu da köşemde belirttim. Bunu yaparken bundan sonraki hamlemin, hareketten tanıdığım insanları arayıp onları dinlemek ve bu suçlamalar karşısında söz hakkı vermek olması gerektiğini biliyordum. Evet, cemaate yakın gazeteler zaten olayları kendi açılarından anlatıyorlar ama ben Gülen hareketi içindeki arkadaşlarla yüz yüze konuşmayı tercih ettim. Yaptığım sohbetler esnasında edindiğim izlenimleri şu şekilde özetleyebilirim. (Bire bir alıntılar değil.)1. Bizim emniyet içerisinde, yargı içerisinde örgütlendiğimizi kanıtlasınlar, o zaman konuşalım. Böyle bir durum kesinlikle söz konusu değil. Yargı sürecinde neyin ne olduğu ortaya çıkacaktır. O zaman bugün birtakım insanlara "kefilim" diyenlerin, bize önyargıyla yaklaşanların belki de yüzleri kızaracaktır. Ahmet'in, Nedim'in somut delillere ulaşmadan suçlu olduğunu varsayamayacağımız gibi hareketi de somut deliller sunmadan itham etmeye kimsenin hakkı yok.2. Bu yanlış algı, tüm Türk toplumunun görüşlerini yansıtıyormuş gibi bir hava estiriliyor. Oysa yetmiş milyonluk bir ülkeden söz ediyoruz. Ve bu ülkede Fethullah Gülen hareketine bağlı, sayısını bilmemekle birlikte milyonlarla ifade edebileceğimiz insan var. Bu algı bilinçli bir şekilde yıllarca pompalanıyor ve bir psikolojik harekâtın parçası. Bunu teyit eden belgeler, bilgiler, Ergenekon soruşturması kapsamında gün yüzüne çıktı. (Örnek "İrtica ile Mücadele Eylem Planı" ve "Balyoz".) Yıllardır bu tür kampanyalara maruz kaldık. Alıştık, yeni bir şey değil.3. "Yargıyı ele geçirdiler" ithamı nereden kaynaklanıyor? Eskiden tek bir dünya görüşünü yansıtan yargı, artık daha çoksesli, daha renkli, daha çoğulcu bir niteliğe büründü. Buradan yola çıkarak "Gülen hareketinin eline geçti" suçlamaları insafsızlıktır.4. Biz, "Bu olumsuz imajın oluşmasında nerede yanlış yaptık" gibi bir muhasebenin içerisinde değiliz. Hikmet Çetinkaya ve Faik Bulut marjinal yazarlar değiller ve yıllarca aleyhimizde yayın yaptılar. Dua ediyoruz, adli bir vakadan ötürü gözaltına alınmazlar; çünkü bu da bizlere fatura edilir. (Bunu yarı şaka olarak söylüyorlar. A.Z.)5. Sözde Emniyet'i eline geçiren hareket üyeleri, gazetecileri susturmak için onları ispiyonla-yacak ve özel hayatlarını deşifre ettirecekler korkusu gerçekten insafsız ve yalan. Baykal kaseti patlayınca, Can Dündar'ın özel hayatıyla ilgili tartışmalarda hep geri planda durduk. Özel hayata saygılıyız. Hatta Baykal bizi bu tutumuzdan ötürü takdir ettiğini de belirtmişti. (Baykal'ın "Pennsylvania'nın samimiyetine inanıyorum" sözlerine gönderme yapıyorlar. A.Z.)Evet, özetle hareketin görüşleri böyle. "İkna oldun mu?" diye soracaksınız. Esas mesele bu değil. Esas mesele neden yargıya, hukuk devletine güvenmediğimizde yatıyor. Başka bir ifadeyle, evrensel hukuk değerlerinden ziyade dünya görüşlerinin adaleti şekillendirdiği, tepişen güç odaklarına alet edildiği duygumuzun bertaraf edilmesi gerekiyor. Hukuk sistemine güvenseydik eğer, Ahmet'in, Nedim'in ve nice diğer yargılanan meslektaşlarımızın durumları hakkında bu kadar kuşku duymazdık.Benim hareket ile ifade ettiğim duygular bir trende işaret ediyordu. Elbette elimde somut deliller yok. Bu algıyı kırmak adına bir çaba gösterme ihtiyacı duymayan cemaat üyeleri, sanıyorum "Ha bak bir şeyler varmış demek ki" yorumlarına meydan vermek istemiyorlar. Oysa bunca yıl Türkiye'de olsun, yurtdışında olsun kendilerini anlatmak için yoğun çaba sarf ettiler ve kuşkuları tamamıyla bertaraf etmemekle birlikte saygı ve takdir toplayan bir konuma oturdular.Son süreçte yurtdışı dahil olmak üzere tarafsız bakan kişiler tarafından dahi yeniden sorgulanıyorlarsa "Bize ne, biz alıştık" demeleri bana pek mantıklı gelmiyor. Kaldı ki hatasız kul olmaz.

Selahattin Demirtaş'ın ilginç tespitleri

Amberin Zaman
Kaynak: Gazete Haber Türk, 25 Mart Cuma, 10:24:25

BDP'nin Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile geçtiğimiz günlerde röportaj yapma fırsatını yakalamıştım. Söyleşimizin bir kısmı 23 Mart Çarşamba günü gazetemizin politika sayfasında yer almıştı. Ne var ki bence en ilginç kısımlarından biri, yer darlığından (evet gerçekten yer darlığından) girememişti. Bugün Demirtaş'ın görüşlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Konu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. 2009 yılının başında aralarında benim de bulunduğum bir grup gazeteciye Abdullah Gül, Kürt sorunuyla ilgili "iyi şeyler" olacağını müjdelemişti. Ardından bugünlerde derin dondurucuya atılan AK Parti'nin Kürt açılımı start almıştı. Son bir haftadır Güneydoğu'yu geziyorum ve Abdullah Gül'e duyulan sempati net bir şekilde hissediliyor. Bitlis'ün Güroymak İlçesi'ne Kürtçe ismiyle (Norşin) hitap etmesi, Tunceli için "Dersim" demesi gibi jestlerinin yankıları sürüyor. "Valla Gül hoştur" sözünü gezi boyunca defalarca işittim. Gül ile ilgili bu pozitif tablodan yola çıkarak Demirtaş'a şu soruyu yönelttim: "Kürt açılımını ilk müjdeleyen Cumhurbaşkanı'ydı. AK Parti'yi samimiyetsizlikle suçluyorsunuz. Bölgede bu kadar sevilen Abdullah Gül de mi samimi değil?" Demirtaş'ın yanıtı ise şöyleydi: "Birey olarak samimiyetine inanıyorum. Fakat siyaseten fark yaratabilecek etkiye sahip olduğuna inanmıyorum. Bu eski partisiyle ilişkilerinden kaynaklanıyor. Orada bir bölünmüşlük görünüyor. Bir yanda Cumhurbaşkanı'na daha yakın görünen Gülenciler, diğer yanda Başbakan'a yakın Nakşiler ve farklı tarikatlar. Neticede Gül, AK Parti içerisinde çatışarak Cumhurbaşkanı oldu. Özal gibi risk alabilseydi ön açıcı olabilirdi. Ancak görev süresiyle ilgili belirsizlik elini kolunu bağlamış sanki. Tekrar beş yıllığına seçilme hesapları varsa dayandığı muhafazakâr, dindar ve kısmen de milliyetçi tabanını küstürmeye göze alamaz, alamıyor. Oysa tek dönem yedi yıllığına geldiği netleşmiş olsaydı daha cesur davranabilirdi gibime geliyor." Evet Demirtaş enteresan bir tartışma konusu koyuyor önümüze. Gül'ün görev süresine ilişkin belirsizlik Cumhurbaşkanı'nın icraatını ne kadar etkiliyor? 28 Ağustos 2007 tarihinde Meclis'te yapılan üçüncü tur oylamada Türkiye'nin 11 'inci Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül, 2012'de tekrar halk tarafından seçilebileceğini hesap ederek mi politika belirliyor? Sahiden ilginç bir soru ve Cumhurbaşkanı'nı rahatsız edebilir. Zira bildiğim kadarıyla görev süresi meselesi ve bunun etrafında Başbakan ile ilişkilerine dair yapılan spekülasyonlar Gül'ü üzüyor. Kendisini üzmek istemiyoruz ama Demirtaş'ın gündeme getirdiği mesele bence tartışılmaya değer. Zira ortada tuhaf bir durum var. Türkiye'nin Cumhurbaşkanı, seçildiğinden dört yıl sonra halen görev süresini bilmiyor! Kürt ve Ermenistan açılımlarıyla ilgili ben de tıpkı Demirtaş gibi Abdullah Gül'ün samimiyetinden hiç ama hiç süphe duymuyorum. Ancak Cumhurbaşkanı'nın son zamanlarda, "Karabağ sorununun çözümünde ilerleme kaydedilmeden Ermenistan ile diplomatik ilişkiler kurulamaz, sınırlar açılamaz" diyenler kafilesine katılması bende de soru işaretleri uyandırdı. Bu mealdeki görüşlerini geçen kasım ayında aralarında benim de bulunduğum bir grup gazeteciyle paylaştığında açıkçası içim burkulmuştu. Zira Gül, Ermenistan açılımının baş mimarıydı. İlişkilerimizin Azerbaycan ipoteğinden kurtulması gerektiğine inananlardandı. Ne oldu da fikir değiştirdi? Siyasi gelecek kaygıları mı devreye girdi? Açıkçası ben de merak ettim. Görev süresi bilmecesi bir an evvel çözülmeli. Bu muğlaklık bertaraf edilmeli. YEREL MUHABİRLER Güneydoğu gezisi boyunca, başta Habertürk bölge temsilciliğimizdeki arkadaşlarımız olmak üzere yerel muhabirlerin kıymetini bir kez daha anladım. Kürt sorununu tartışırken hep aynı bayat isimleri dinleyeceğimize ekranlarda olayları bire bir izleyen bu arkadaşlarımıza yer vermeliyiz. Her şeyi bir kenara bırakalım, bu arkadaşlar bölgenin dilini, Kürtçe'yi konuşuyorlar. Ya biz? Başta Başbakan olmak üzere Kürt sorununa kafa yoranlar, yerel gazetecilerin görüşlerini değerlendirmelidir. Yıllarca bana destek olan bu meslektaşlarıma, dostlarıma sonsuz teşekkürler...