Generallerin gidişi

GENELKURMAY Başkanı Işık Koşaner ve zaten emekliye ayrılacak olan kuvvet komutanlarının toplu istifası yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da epeyce yankılandı. Olayın "tarihi" olduğunu vurgulayan pek çok kalem, askerlerin AK Parti'nin başını çektiği sivilleşme mücadelesi karşısında pes ettiğini yazdı. Darbeler döneminin artık bir daha açılmamak üzere kapandığı yorumu yapılıyor.
Toplu istifaların siyasi anlamda etkisinden ziyade tarif ettiği durum önemli. Bir çırpıda son dokuz yılda olanların özünü aktaran bir söz konusu. Ordu on yıllarca "laiklik", "irtica", "ülkenin bölünmez bütünlüğü" üzerinden kendi gücünü ve "cumhuriyet elitleri"ni korudu aslında. Menderes'i astılar, yüz binlerce insanı zindana attılar, işkencelerle öldürdüler. Sayelerinde yıllarca insan hakları sicili en bozuk ülkelerin başını çektik. Tabii kendi yarattığı siyasiler ve bürokrasiyle yaptı bunları. Ve asla hesap vermedi. Sırtını askere dayayan her daim güçlüydü. Türk medyası bu güç ve iktidara göre şekillendi. Bu düzen yıllarca demokrasi kılıfı altında dayatıldı.
Şimdi gücünü halktan alan bir siyasi hareketle karşı karşıyayız. Ve eğer AK Parti tek başına iktidara gelmeseydi Türkiye bugünlere bu denli hızlı kavuşur muydu, emin değilim. AK Parti'nin en büyük şanslarından biri 1 Mart Tezkeresi'ni geçirmemiş olması. Çünkü eğer geçseydi Irak Kürdistanı'nda Vietnam tarzı bir bataklığa saplanmış olurduk. Aynı zamanda ABD'nin soğuk savaş alışkanlıkları iyice depreşirdi. Sivil iktidardan ziyade TSK'yı muhatap sayardı.
AB'yle müzakerelere başlamak hayal olurdu. (Başladık da ne oldu diyeceksiniz; çok şey oldu ama bu başka bir yazı konusu.)
Evet bugün Türkiye, hiç olmadığı kadar "sivil". Fakat askerlerin siyasetten ellerini tamamıyla çekmeleri için daha yapılacak çok iş var. Genelkurmay'ın Savunma Bakanlığı'na bağlanması gibi, savunma harcamalarının siviller tarafından denetlenmesi gibi ve TSK'nın darbelere zemin oluşturan İç Hizmet Kanunu'nun 35'inci maddesinin lağvedilmesi gibi. Ve en önemlisi, yeni sivil bir Anayasa'nın yapılması gibi.
Tam bu noktada Başbakan Tayyip Erdoğan'ın asıl niyeti nedir, bunu anlamamız lazım. Türkiye'yi bu noktaya kadar getirdiği için kendisine kocaman teşekkür borçluyuz, ancak zihinlerde gittikçe büyüyen bir soru var: "Eski militarist düzeni yıkmayı başaran AK Parti, o düzenin yeni bir modeli olarak mı karşımıza çıkıyor? Güç el değiştirdi. Bu kadar mı?"
Başbakan'ın ne yazık ki eleştiriye karşı gösterdiği tahammülsüzlük ve özellikle "bir kısım" medya üzerinde hissedilen baskı abartılı da olsa bu yöndeki kanaatleri güçlendirmeye başladı. Ergenekon ve KCK davalarında cezaya dönüştürülmüş tutukluluk süreleri (komutanlar işin ucu kendilerine dokununca ancak "adalet" serzenişlerinde bulundular), kaygıları daha da derinleştirdi.
Bu sebeplerden güçlü bir muhalefete ihtiyaç var. Ne yazık ki özellikle CHP'nin bugünkü durumuna baktığımızda güçlü muhalefetten söz etmek mümkün değil. Sindirilmiş bir medya ise asla dördüncü kuvvet görevini yerine getiremez. Bugüne kadar tam olarak getiriyor muydu ki? Hayır.
Ne var ki halkın ezici çoğunluğu seçmiş olsa dahi bu denli güçlü bir iktidar karşısında her zamankinden fazla bağımsız ve hakkaniyetli bir medyaya ihtiyacımız var. Evrensel hukuk ve saygı sınırları içerisinde kalmak kaydıyla her türlü fikir özgürce savunulabilmelidir.
Muhalefetin diğer ayağı Kürtlere gelince; iktidarı şiddet üzerinden yıpratma güçleri var ama bunun demokrasiye herhangi bir katkısı olmaz. Tam tersi, milliyetçiliği körükler. Sertlik yanlılarının elini güçlendirir. Şimdi kilit soru şu: "Tayyip Erdoğan gerisinde nasıl bir miras bırakmak istiyor?"


kaynak: HT Gazete 02.08.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder