Diyarbakır'dan jetler havalanırken

Kaynak: Haber Türk 19.08.2011


KAN, şiddet ve intikam duyguları. Bu kısırdöngü ne zaman kırılacak? Diyarbakır'da elden ele dolaştırılan Özgür Gündem Gazetesi'nin manşetinde o korkunç fotoğrafı görünce donup kalıyorum. Parçalanmış bir çocuk bedeni, kömürleşmiş suratı melek gibi masum ifadesini koruyor. Bir yanda yetişkin bir insanın eli. Manşet ''Kandil'de vahşet" diye bağırıyor. İddiaya göre pazar günü Türk savaş uçaklarının attığı bomba Iraklı Kürt bir aileye isabet etmişti. Kamyonette seyahat eden aile, dağlarda filan değil Raniya Kasabası'na yakın vuruldu.
Dün Irak Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı Mesud Barzani haberi doğruladı. Saldırıyı şiddetle kınayan Barzani, sınır ötesi operasyonların derhal durdurulmasını istedi. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin başkanı olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği Temsilcisi Behroz Galali de korkunç haberin doğru olduğunu savundu dün. Galali, titrek bir sesle maktullerin isimlerin saymaya başladı. 1950 doğumlu Hüseyin Mustafa, 1963 doğumlu eşi Nere, 1990 doğumlu kızları Ruzan, 1996 doğumlu oğulları Zana, 2010 doğumlu torunları Surena, 2011 doğumlu torunları Soli ve akrabaları Auni Hasan. Yani ölenlerin ikisi henüz bebekti. "Sadece dedenin cenazesi tanınacak durumdaydı" diyor Galali. "Mutlaka kaza olmuştur, sivilleri neden hedef alsın Türkiye? Bu konuda Başbakan Erdoğan teminat vermişti" diyorum sıkıla sıkıla. Galali artık öfkesini gizleyemiyor, "Onu kendilerine sorun" deyip telefonu kapatıyor.
Genelkurmay Başkanlığı basın birimini arıyorum hemen. İletişim Dairesi Başkanı Tuğgeneral Baki Kavun, ''Tamamıyla örgüt propagandası, seçtiğimiz hedefler belli, siviller asla hedef alınmamıştır. Olay gerçek değil' diye yalanlıyor haberi. Olayı yerinde araştırmadan kesin kanaate varmak mümkün değil. Sivillerin bilerek hedef alındığını aklım hiç ama hiç almıyor. Ama savaş bu... Kurunun yanında yaş da yanıyor. Afganistan'da, Irak'ta, Pakistan'da...
Peki siviller gerçekten istenmeden dahi olsa öldüyse Türkiye özür dileyecek mi? Soru BDP'nin Suriçi Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'tan. Ya Silvan'da, Çukurca'da gencecik yaşta şehit düşen askerler için kim özür dileyecek? Soru yine Demirbaş'tan. Demirbaş'ın yerinde olmak istemezdim. 18 yaşındaki oğlu dağda, 24 yaşındaki diğer oğlu ise kasım ayında askerliğine başlayacak. Ya karşı karşıya gelirlerse?
Şiddet yeniden neden tırmandı, tırmandırılıyor? Bu fasit daire nasıl kırılır? "Daha fazla demokrasi, daha fazla reformlarla" demiştik. Ve AK Parti hiçbir hükümetin yapmadığı reformlara cesurca imza attı. 2008 yılında çözüme kısmen de olsak yaklaşmıştık. PKK'nın silahsızlanıp kalıcı bir barışa imza atması kıvamına gelinmişti: Habur fiyaskosu, KCK'lıların tutuklama furyası ve son olarak Tokat Reşadiye saldırısında 7 askerin şehit edilmesine denk. Ardından taraflar sertleşti. Yeniden askeri tedbirlerin ön plana çıktığı, PKK'nın imhası hedeflendiği noktaya gelindi. Yıllarca denendi. Keşke bu tuzağa düşülmeseydi. Kürtler de kendilerine aynı soruyu sormalı. Kendi evlatları nelere alet ediliyor?
Çünkü hepimiz biliyoruz ki bu işi rant haline getiren taraflar -PKK'nın içindeki savaş baronları ve derin devlette kümelenen demokrasi düşmanları-tam da bunu istiyorlar. Kaldı ki bu grupların çıkarlarının zaman zaman PKK'yı her daim koz olarak kullanan başta İran ve Suriye olmak üzere bazı komşu devletlerle de örtüştüğü oluyor. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Nedense BDP çevrelerinde en çok rağbet gören teori, Türkiye, İran ve Suriye'nin PKK'ya karşı şu an ortak hareket ettiği. Buna örnek olarak da İran'ın kendi hava sahasını Türk savaş uçaklarına açması olarak gösteriliyor. Peki Çukurca saldırısının PKK'nın içindeki Suriyeli grubun emirleriyle gerçekleştirildiği iddiasına ne demeli? Ve Habur öncesinde yapılan müzakerelerin odağında bulunan PKK'nın "ılımlı" kanadının başını çektiği söylenen Murat Karayılan nerede? İran tarafından tutuklandığı haberlerinin "asparagas" olduğu söyleniyor; haberi veren TRT ve Anadolu Ajansı hükümetten fırça yiyor, ancak Karayılan ortada yok.
Gerçi Roj TV'de demeci yayınlanıyor ama ne ses bandı var ne de görüntü. Ya harekâttan haberi vardı ve saklanıyor ya da gerçekten İran'ın denetiminde... Eğer böyleyse İran neyin peşinde? Çünkü aynı İran, PKK'nın şahin kanadını temsil eden Cemil Bayık ile içli dışlı. Karayılan'ın tasfiyesi, Bayık grubunun güçlenmesi demek. Şiddetin daha da artması demek.
İntikam ve öfkeyi bir kenara koyup inadına barış demeliyiz. BDP'li siyasetçileri de günah keçisi yapma kolaycılığından vazgeçmeliyiz. Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, örgüte katılımın arttığını geçtiğimiz gün teyit etti. Abdullah Demirbaş'ın ifade ettiği gibi, sivil siyaseti işlevsizleştirirseniz olacağı budur.

Galata'da İsyan Vakti

Kaynak: HaberTütk 19.08.2011

BUGÜNKÜ köşemi gündemin en can alıcı konusu Kürt sorununa ayıracaktım. Ancak Ayşe Arman'ın dünkü köşesini okuyunca bir anda vazgeçtim. Çünkü artık cehennemi andıran eski mahallem Galata şiddete gebe. Arman, bu konuyu mükemmel özetleyen bir mektup yayınladı. Mektubun sahibi sevgili komşum ve NTV yayınlarının başındaki isim Neyyire Özkan. Neyyire'den izin alıp mektubu aynen yayınlıyorum.
"Akşam saatleri. Hava yeni yeni kararıyor. Şehrin eski, küçük meydanında büyük bir cangıl. Yerlerde irili ufaklı halka halka oturmuş, uzanmış, yayılmış, gençler. Kızlı, erkekli. Dünyanın farklı ülkelerinden... Türkiye' nin farklı şehirlerinden. Müzik yapıyor, lobut atıyor, sohbet ediyorlar. Bir iki mırıltı...
Ellerinde biraları, şişe şarapları... Özgürler! Medeniler! Ne güzel manzara değil mi? Herhangi bir akşam saatinde yolunuz o 600 yıllık meydandan geçse bu sahneye tebessümle bakıp, 'Ah gençlik diye iç geçirirsiniz, bu kesin.
Gerçekten güzel... Ama sakın kanmayın. Çünkü bu tatlı, genç kalabalık saatler ilerledikçe canavarlaşacak. Santimetrekaresine kadar doldurdukları o meydanda, 'masum gençler buluşması'ndan çıkıp, bir "toplu taciz" ayinine başlayacaklar. Buranın bir mahalle olduğunu unutarak.
Gece ilerledikçe, saatler gece yarısını çoktan geçip sabaha doğru ilerledikçe toplu şarkılara kavga, gürültü, küfür karışacak. Gece ilerledikçe atılan, fırlatılan şişelerin haddi hesabı olmayacak. Son sesleriyle haykırıp, darbukalara son güçleriyle vuracak, nefesli çalgılarını gırtlaklarını yırtana kadar üfleyecekler....
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ise arkalarında kesif çiş kokuları, her yere savrulmuş kırılmış içki şişleri, yüzlerce teneke kutu, yediklerinin artıkları, meydanı kaplamış sigara izmaritleri... Dökülen saçılandan yapış yapış olmuş bir meydan. Bütün bunlar İstanbul'un tam ortasında, İstanbul'un gözbebeği yerlerinden birinde, tarihi ve turistik Galata da, her gece ama her gece oluyor.
Sanki burası şehrin kilometrelerce dışında bir kamp alanı, bir festival yeriymişçesine. Sanki bu küçük meydan sabahçı açık hava meyhanesiymiş gibi... Akıl alır gibi değil. Burası bir semt, evlerin, esnafın olduğu bir mahalle. Her yaştan mahalleli -ki çocuklar, bebekler dahil- uyku uyuyamıyoruz.
Meydandaki otel, müşterilerine 'kulak tıkacı dağıtıyor. Bina kapı önlerimiz, duvar diplerimiz açık tuvalet halinde. Gece evimize dönerken yürüyerek meydanı geçmek imkânsız halde. Bu kalabalığın içine karışan iğrençlikler ayrı konu. Dolu dolu olay yaşanıyor.
Mesela, cam kırıklarının bacağını kestiği bir turist kızın üzerine 'yardım' amaçlı üç beş herif çullanıyor. Elleri bedeninin her yerinde! Hap satan, tiner çeken burada. Bin türlü rivayet dolaşıyor: Meydanın yan duvarından düşüp ölen biri, kapısı açık apartman girişlerini yatak odası sananlar...
Gece ilerledikçe, iş çığırından çıkıyor, şuursuz kalabalığın mahalleliye yaptığı taciz devasa boyutlara geliyor. Mahallelinin eli armut toplamıyor tabii. Aylardır her türlü yasal yoldan şikâyetini yaptı. Valilik, Emniyet, Belediye... Dilekçeler, imzalar. Toplantılar... Yetkili, etkilililer geldi, gördü, yerinde tespit etti.
Sonuç: Koca bir hiç? Mahalleli gerilmiş bir yay... Gece tepesi atıp meydana ineni, diğer üç beş mahalleli sakinleştirmeye çalışıyor. Sinirler laçka, gerilim had safhada... Kötü şeyler olmadan, bu sorun çözülmeli.
Çabuk, hemen... Ve meslektaşlarıma, gazetecilere, televizyonculara sesleniyorum. Haber yapmak istiyor musunuz, gelin Galata ya. Çok yönlü, çok argümanlı, dokümanlı, tartışmalı, röportajlı ve de fotoğraflı bir şehir hikâyesi sizi bekliyor. Yabana atacağınız cinsten değil...
Hangi ucundan sökerseniz, oradan tutar götürürsünüz... Gelin, görün, çekin. Özellikle gece yarısı... "
Neyyire' nin tarif ettiği tablodan ben de nasibimi aldım. Özenle restore ettiğim 1891 yapımı Kule Meydanı'ndaki güzelim evimden kaçıp başka bir semte yerleşmek zorunda kaldım. Kaçan kaçana. Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, mahalle sakinlerinin dertlerini sabırla dinledi. Ama müdahale etmekte zorlanıyor. Durum bir yandan yetkilerini aşıyor, diğer yandan ise "İslamcılar, laiklere yine müdahale etti" tarzında eleştirilerden çekiniyor.
Ne var ki yazımın başında belirttiğim gibi Galata Meydanı şiddete gebe. Yaygın söylentilere göre Tophane den bir grup sopalarını hazırlamış her an kalabalığa dalmak için sabırsızlanıyor. Buna karşın meydanda toplanan tipler Facebook'ta "Galata'da İsyan Vakti" adında bir sayfa açmış, yarın akşam düzenleyecekleri eyleme binlerce yandaş toplamaya hazırlanıyorlar. Umarım yanılıyorumdur ama kötü şeyler olacak gibi..



Kürt Sorunu Dallanıp Budaklanırken

Kaynak: Habertürk 16.08.2011
ŞIRNAK'ın Beytüşşebap İlçesi'nde PKK'nın düzenlediği saldırıda yaşamını yitiren askerlerden Onur Karakaş'ın son sözleri hepimizi derinden sarstı. Facebook sayfasına ölümünden birkaç saat önce şöyle yazmıştı Karakuş: "Burası ne cennet ne harikalar diyarı. Burası insanların sustuğu, mermilerin konuştuğu, güllerin yerine barutun koktuğu... Batıda şafak sayanların değil tezkereye bir gün kala şehit olanların yeri..."
PKK'nın eylemlerini tırmandırdığı bugünlerde Başbakan Erdoğan da sabrın son noktasına gelindiği uyarısında bulundu. "Bıçak kemiğe dayandı" diyen Erdoğan şöyle devam etti: "Bu ülkede bölücü terör örgütüyle arasına mesafe koymayanlar da bu suça iştirak ediyorlar. Bunu da buradan açıklamak istiyorum ve onlar da bunun bedelini ödemeye mahkûm olacaklar."
Başbakan'ın bu sözlerini üstüne alan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş cevap vermekte gecikmedi. "PKK'nın intikamını BDP'den alıyorlar. BDP demokratik bir sistemde şiddetle arasına net bir mesafe koymuştur. Mücadele yöntemi PKK'dan ayrı bir örgüttür" diyerek savunmada bulundu.
"Peki Kürt sorununa kafa yoran bizler, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler ve sivil toplum örgütleri, Başbakan'ın bu sözlerinden nasıl bir anlam çıkarmalıyız?" diye sormadan edemedim. Zira son zamanlarda özellikle Kürt siyasal hareketi diye özetlenen yapıyı oluşturan insanları tanımayı, onlarla empati kurmayı ve sorunu onların cephelerinden anlatmaya gayret eden hareketin dışında iyi niyetli ve cesur kalemler bir şekilde susturulmak isteniyor. "Bedel ödenecek" derken onlar da mı hedefte yoksa? Henüz yargılanan, hapse atılan yok. Ama daha on yıl öncesine kadar durum buydu. Kürt sorununa dokunan bir şekilde "yanıyordu".
Hatta yüzlercesi faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Oysa AK Parti'nin iktidara gelmesiyle birlikte ilk kez düşüncelerimizi daha özgürce ifade edebilir hale gelmiştik. Derin bir "oh" çekmiştik. Ve bu sayede kamuoyunda 90'lı yıllarda derin devlet mi dersiniz artık ne dersiniz bilmiyorum ama devletin de bir şekilde dahil olduğu (bakın kelimelerimi ne kadar özenli seçmeye gayret ediyorum!) Güneydoğu insanının yıllarca maruz kaldığı vahşete biraz olsun vâkıf olunmaya başlanmıştı. Demokratik adımlarla tesis edilecek bir barış için zemin oluşmuş, "Kürt açılımına" start verilmişti. Oysa bugün "Sri Lanka" modeli, yani topyekûn askeri harekât ile PKK'yı çökertmekten söz ediliyor.
Erdoğan'ın uyarılarının bir diğer muhatabı ise Iraklı Kürtler. Zira her ne kadar ikili ilişkilerin "stratejik" düzeye ulaştığı söylense dahi Iraklı Kürtlerin PKK'ya karşı yeterince tedbir almadığını düşünenlerin sayısı devlet katında az değil.
Aynı şikâyet İran tarafından da telaffuz ediliyor. Çünkü PKK'nın bir kolu olan İran Kürtlerinin özgürlüğü için savaşan PJAK militanları da Kandil'de bulunuyorlar. Murat Karayılan ve arkadaşlarıyla da içli dışlılar. Aynı kamplarda eğitim görüyorlar. Ve son haftalarda İran'a karşı operasyonlarını yoğunlaştırdılar. İran da havadan ve karadan karşılık veriyor. Hatta önceki gün İranlı yetkililer, TRT ile birlikte Murat Karayılan'ın yakalandığını iddia etti. Ardından bunun doğru olmadığı yönünde haberler çıktı. Bütün bunlar olurken Karayılan, İran'a bir zeytin dalı uzattı. "PKK olarak İran'a karşı herhangi bir savaş ilan etmedik" diyen Karayılan, "bölgeyi yeniden dizayn etmek isteyen uluslararası güçlerin" amaçlarından bir tanesinin de İran'ı kuşatmak olduğunu savundu.
Bu "güçlere" alet olmayacaklarını beyan eden Karayılan, "İran'ı yeni saldırılara tahrik etmemek için" PJAK militanlarının İran sınırından içeri bölgelere doğru kaydırıldıklarını bildirdi. Yani PJAK'ın bir şekilde kendi komutasında olduğunu teyit etti. Peki Karayılan'ı İran karşısında geri adım attıran neydi? Irak Kürdistan yönetiminin bu işte önemli payı olduğu, güvenilir kaynakların aktardıkları bilgiler arasında yer alıyor.
Iraklı Kürt liderlerinden beklenen aynı şekilde PKK'nın Türkiye'ye yönelik saldırılarını durdurması için devreye girmeleri. Ancak Iraklı Kürtler, Karayılan'ın örgütün ılımlı kanadını temsil ettiğini ısrarla savunuyorlar. Her ne olursa olsun akan kanı derhal durdurmak için herkes kendi payına düşeni yapmalı. Ve herkes önerilerini korkmadan, çekinmeden sunabilmeli. Ama başta Başbakan olmak üzere hepimiz biliyoruz ki askeri çözüm asla çözüm değildir.

CHP'nin Suriye sınavı

SEÇİMLERİN hemen ardından CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'yla bir söyleşi yapmıştım. Konuştuğumuz konular arasında Suriye de vardı. Tam o sıralarda Baas rejiminin vahşetinden kaçan binlerce Suriyeli mülteci, Türkiye'ye akın etmeye başlamıştı. "Hatay'a gidip mültecilerle ilgilenmek iyi olmaz mı? Sadece Türkiye'de değil bütün dünyada demokrasi ve insan haklarından yana tavır almak 'yeni CHP'ye yakışmaz mı?" diye bir öneride bulunmuştum. Kemal Bey de bu fikri çok olumlu karşılamıştı. "Gideceğim" demişti.
Tam röportajı kaleme alırken CHP Genel Merkezi'nden bir telefon geldi. Kemal Bey, Hatay'a gitmekten vazgeçmişti. Nedenini sorunca "Uygun değil" diye bir cevap almıştım. Oysa Kemal Bey gidip Suriye muhalefetiyle görüşmeyecekti ki. Mağdurlarla, sivillerle görüşecekti. Bunun neresi sakıncalıydı? Anlayamamıştım. Oysa anamuhalefet partisi lideri, Türkiye için bu kadar hayati bir konuda nasıl bu kadar pasif olabilirdi? Şimdi daha iyi anlıyorum.
Sanırım "eski CHP" yine baskın çıkmıştı. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi. AK Parti doğru bir şey yapsa dahi her daim tu kaka denilecek. Bu sığ mantalitenin en son tezahürüne Başbakan'ın Suriye'yi uyarması ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Suriye Lideri Beşar Esad'la gerçekleştirdiği 6.5 saatlik görüşmesinin akabinde tanık olduk. Başbakan Erdoğan'ın "Sabrımız taştı" mealindeki uyarıları son derece yerindeydi. Tek sorun, bunları bu kadar sert bir tonda uluorta dillendirmesiydi. Zira Arap coğrafyasında onur, gurur son derece önemli bir husus. Suriye diktatörü, Türkiye'den tırsıp bir şeyleri zorla yaptığı görüntüsünü asla vermek istemez.
Kemal Bey bu uyarıdan, Türkiye'nin Suriye'ye müdahale edeceği anlamının çıktığı veya daha doğrusu çıkabileceği noktasında haklıydı. Ya gerisi? Türkiye'nin Suriye'ye "Derhal sivillerin üzerinden silahlarını, tanklarını çek" demesini, "ABD'nin taşeronluğunu yapıyor" şeklindeki suçlaması bana son derece çelişkili geldi. AK Parti Esad ile yakınlaşırken "Ekseni kaydırıyor" diye yerden yere vurulmuştu. Şimdi de insan hakları ve demokrasiden yana tavrını koyarak Esad'a diklenince Amerikan uşağı diye damgalanıyor.
Evet ABD Dışişleri Sözcüsü Victoria Nuland, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın Davutoğlu'yla Suriye gezisinden sonra uzun bir telefon görüşmesi yaptığını teyit etti. "Türkiye'yle ortaklığımız var. Biz müttefikiz. Dışişleri Bakanı Clinton, Dışişleri Bakanı Davutoğlu'yla çok yakın bir şekilde çalışıyor" dedi. Peki bu sözlerden, Davutoğlu'nun ABD'den talimat aldığı anlamı mı çıkıyor?
Kesinlikle hayır. Biraz teybi geri saralım. Suriye'deki kanlı olaylar ilk patlak verdiğinde Obama yönetimi, özellikle Cumhuriyetçiler tarafından pasif kalmakla suçlanmıştı. Hakikaten Tunus ve Mısır'daki devrimler karşısında hazırlıksız yakalanan Obama, Suriye konusunda da epey bir bocaladı. Zira bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, Suriye'nin istikrarsızlaşmasının başta İsrail ve Lübnan olmak üzere bölgedeki tüm dengeleri altüst edecek gelişmeleri tetikleyeceği herkesin malumu.
"Esad giderse yerine kim gelir?" sorusunun cevabını kimse bilmiyor. Dolayısıyla Suriye'deki olup bitenleri "ABD'nin (ve İsrail'in), Suriye'nin baş müttefiki İran ve gittikçe güçlenen Türkiye'yi hizaya getirme operasyonu" olarak tarifeden yılmaz komplo teoricileri fena halde yanılıyorlar.
Türkiye'nin Suriye'ye askeri müdahalesi söz konusu olmaz. Olmamalı. İngilizlerin The Times Gazetesi'nin gaz vermesiyle (dün yayınlanan başyazısında Erdoğan'ı bol bol pohpohladıktan sonra Suriye'yi, müthiş askeri üstünlüğüyle ancak Türkiye'nin hizaya getirebileceğini buyurmuştu) Türkiye Cumhuriyeti Devleti, altından kalkamayacağı maceralara sürüklenecek değil. Türkiye kanı durdurmak için elinden geleni yapıyor. Yapıcı rol üstleniyor. Suriye yönetimiyle böylesi diyaloğu olmayan Amerika ise Türkiye'nin girişimlerinden nemalanmaya çalışıyor. "Bakın bu işin içinde biz de varız, bir şeyler yapıyoruz" demeye getiriyor. ABD'deki muhaliflerini susturmaya çalışıyor.
Ortadoğu'ya dışarıdan yapılan müdahaleler her daim ters tepmiştir. Bosna ve Kosova'yla karşılaştırmak çok anlamlı değil. (Bu da başka bir yazının konusu.) Yakın tarihimiz ve bugünümüz bunun örnekleriyle dolu. Suriye'deki kanı durdurmak şu an için tek önceliğimiz olmalı. Esad da bu kanlı sarmaldan sıyrılması için muhalefetin de yardımıyla bir konjonktür yaratmalı. "Artık iş işten geçti" demek için henüz erken.

Kaynak: Haber Türk   12.08.2011

'İlk travesti köşe yazarı'

HABER medya sitelerinde böyle duyuruldu. Kötü niyet asla yoktu. Ama ben şahsen rahatsız oldum. Çünkü Taraf Gazetesi'nde geçtiğimiz çarşamba günü ilk köşe yazısı yayınlanan Esmeray Özadikti atraksiyon uğruna işe alınmadı. Ahmet Altan ve Yasemin Çongar'la büyük zevkle çalışmış biri olarak böylesi bir yaklaşımlarının asla olamayacağını birinci elden biliyorum.
Esmeray travesti olduğu için değil demokrat kişiliği, kıvrak zekâsı ve yeni keşfettiğimiz yazı becerisi sayesinde Taraf'ta yer buldu kendine. Ama maalesef Esmeray'ın cinsel kimliği her şeyden fazla ilgi çekti. Dediğim gibi kötü niyet asla yok ama kemikleşmiş refleksler söz konusu. Oysa "kentsel dönüşüm" adıyla yıllarca Tarlabaşı'nda yaşayan insanların mahallelerinden insafsızca sökülüp atılmalarını anlatan ilk yazısı ön plana çıkarılsaydı çok daha şık olurdu bence.
Aynı "günahı" ben de işledim kısmen. Birkaç yıl önce The Economist Dergisi için Esmeray'ı haber yapmıştım. Ama verdiği mücadeleden dolayı. Türkiye'de travesti olmanın ne kadar zor, hatta zaman zaman ölümcül olduğunu vurgulamak için. Hele Esmeray gibi Kürt ve solcuysan. Kars'tan İstanbul'a 15 yaşındayken göç eden Esmeray, seks işçiliği yaparak geçinirken bu duruma isyan edip ilk etapta yaşadığı Tarlabaşı'nda midye satarak karnını doyurdu, ardından tiyatro yaparak. Hem de söke söke.
Esmeray'ın son derece renkli, bir o kadar da acı dolu hayat öyküsünü mizahi bir dille anlatan "Cadı'nın Bohçası" gerçekten görülmeye değer. Geçen yıl Esmeray'ın stand-up oyununu izlemeye gittiğimde çok hoş bir sürprizle karşılaştım. Çoğu genç olan ve "beyaz Türk" diye tarif edebileceğim seyircileri görünce şaşırmıştım. "Eyvah bunlar kadıncağızla alay etmeye, bir tür vaudeville tiyatrosu seyretmeye gelmişler" dedim kendi kendime.
Ne kadar yanılmışım. Hepsi oyunu büyük ilgi ve saygıyla izledikleri gibi erkekler, Esmeray'ın "interaktif" sataşmalarına gayet sportmence tepki verdi. Herkes bol bol güldü, zaman zaman hüzünlendi ve evine dönünce sanırım uzun uzun düşündü. Esmeray'ın dediği gibi "Oyunu izleyenler cinsel kimliği farklı olan insanların nelere maruz kaldığını görüyorlar".
Yazımın başında belirttiğim gibi medya sitelerinin "İlk travesti köşe yazarı" diye verdikleri haberde art niyet yoktu. Ne yazık ki bazı istisnalar olduğunu öğrendim. Bir medya sitesinde köşe sahibi kadın yazar bakın neler buyurmuş: "Bir gazetenin hangi görüşte olursa olsun bir travesti köşe yazarını beslemesi içimi bulandırdı... Taraf; Taraf mı tutuyor ne yapıyor? Böyle reklam olur mu hanımlar beyler?.. Hele de ramazan günü... İnsanın içini kaldırıyor doğrusu... Bu kişi, köşe yazılarını yazdıktan sonra TV ekranlarına sıçrarsa ve bir anda ortalık travestilerle kaynamaya başlarsa, sorumlusu kim olacak ki ? Artık TV ekranlarında başrol oynar... Sonra da özerklik ister birileri gibi... Sonra aralarında nikâh kıymaya başlarlar... Sonra sağa sola dökülüp, çoluk çocuğumuza saldırırlar... E-5 üzerindekilerin gece vakti sağa sola saldırmalarını ne çabuk unuttuk Allah aşkına!"
Herkesin fikrine saygılıyız ama bu hanım biraz bilgilenip öyle yazsa diye düşünüyorum. Çocuklarımıza saldıranlar çoğunlukla heteroseksüel erkekler, travestiler değil. E-5 karayolunda travestiler, saldıran taraf değil çoğunlukla saldırıya uğrayan taraf. Hem de en korkunç biçimde. Kaçı öldürüldü. Kaçı polis tarafından acımasız şekilde dövüldü. Esmeray dahil. Gazete okuyan, televizyon izleyen herkes bilir. Travestiler bedenlerini E-5'te keyiflerinden ötürü satmıyorlar. Toplum onlara başka iş imkânı tanımadıkları için fuhuş batağına sürükleniyorlar. Esmeray büyük bir istisna.
Son olarak da hanım yazar gibi düşünenlere, mübarek ramazan günü ellerini bir an vicdanlarına koyup şunu düşünmelerini rica ediyorum: "Ya benim evladım eşcinsel veya travesti olsaydı, ne yapardım?" Eşcinsellik ne sapıklık ne de hastalık. Eşcinsellik de farklı bir insanlık hali. Onları da Allah yarattı bizleri de.
Eşcinselleri sapık olarak tanımlayan Naziler, binlercesini toplama kamplarına tıkıp öldürdü. Bunların hepsi belgelendi.
Bugün Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, eşcinsel kimliğini açıkça beyan ettiği gibi bir de evli olduğu bir partneri var. Muhafazakâr kimliğinin yanı sıra vicdan ve hoşgörüsü ile bütün kesimlerde büyük takdir ve sevgiyle kucaklanan Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu'nun, Westerwelle ile tokalaşırken irkildiğini gördünüz mü hiç? Ben görmedim. İnsanlık budur. Medeniyet budur. Hoşgörü budur.

kaynak: haber türk 05.08.2011

Generallerin gidişi

GENELKURMAY Başkanı Işık Koşaner ve zaten emekliye ayrılacak olan kuvvet komutanlarının toplu istifası yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da epeyce yankılandı. Olayın "tarihi" olduğunu vurgulayan pek çok kalem, askerlerin AK Parti'nin başını çektiği sivilleşme mücadelesi karşısında pes ettiğini yazdı. Darbeler döneminin artık bir daha açılmamak üzere kapandığı yorumu yapılıyor.
Toplu istifaların siyasi anlamda etkisinden ziyade tarif ettiği durum önemli. Bir çırpıda son dokuz yılda olanların özünü aktaran bir söz konusu. Ordu on yıllarca "laiklik", "irtica", "ülkenin bölünmez bütünlüğü" üzerinden kendi gücünü ve "cumhuriyet elitleri"ni korudu aslında. Menderes'i astılar, yüz binlerce insanı zindana attılar, işkencelerle öldürdüler. Sayelerinde yıllarca insan hakları sicili en bozuk ülkelerin başını çektik. Tabii kendi yarattığı siyasiler ve bürokrasiyle yaptı bunları. Ve asla hesap vermedi. Sırtını askere dayayan her daim güçlüydü. Türk medyası bu güç ve iktidara göre şekillendi. Bu düzen yıllarca demokrasi kılıfı altında dayatıldı.
Şimdi gücünü halktan alan bir siyasi hareketle karşı karşıyayız. Ve eğer AK Parti tek başına iktidara gelmeseydi Türkiye bugünlere bu denli hızlı kavuşur muydu, emin değilim. AK Parti'nin en büyük şanslarından biri 1 Mart Tezkeresi'ni geçirmemiş olması. Çünkü eğer geçseydi Irak Kürdistanı'nda Vietnam tarzı bir bataklığa saplanmış olurduk. Aynı zamanda ABD'nin soğuk savaş alışkanlıkları iyice depreşirdi. Sivil iktidardan ziyade TSK'yı muhatap sayardı.
AB'yle müzakerelere başlamak hayal olurdu. (Başladık da ne oldu diyeceksiniz; çok şey oldu ama bu başka bir yazı konusu.)
Evet bugün Türkiye, hiç olmadığı kadar "sivil". Fakat askerlerin siyasetten ellerini tamamıyla çekmeleri için daha yapılacak çok iş var. Genelkurmay'ın Savunma Bakanlığı'na bağlanması gibi, savunma harcamalarının siviller tarafından denetlenmesi gibi ve TSK'nın darbelere zemin oluşturan İç Hizmet Kanunu'nun 35'inci maddesinin lağvedilmesi gibi. Ve en önemlisi, yeni sivil bir Anayasa'nın yapılması gibi.
Tam bu noktada Başbakan Tayyip Erdoğan'ın asıl niyeti nedir, bunu anlamamız lazım. Türkiye'yi bu noktaya kadar getirdiği için kendisine kocaman teşekkür borçluyuz, ancak zihinlerde gittikçe büyüyen bir soru var: "Eski militarist düzeni yıkmayı başaran AK Parti, o düzenin yeni bir modeli olarak mı karşımıza çıkıyor? Güç el değiştirdi. Bu kadar mı?"
Başbakan'ın ne yazık ki eleştiriye karşı gösterdiği tahammülsüzlük ve özellikle "bir kısım" medya üzerinde hissedilen baskı abartılı da olsa bu yöndeki kanaatleri güçlendirmeye başladı. Ergenekon ve KCK davalarında cezaya dönüştürülmüş tutukluluk süreleri (komutanlar işin ucu kendilerine dokununca ancak "adalet" serzenişlerinde bulundular), kaygıları daha da derinleştirdi.
Bu sebeplerden güçlü bir muhalefete ihtiyaç var. Ne yazık ki özellikle CHP'nin bugünkü durumuna baktığımızda güçlü muhalefetten söz etmek mümkün değil. Sindirilmiş bir medya ise asla dördüncü kuvvet görevini yerine getiremez. Bugüne kadar tam olarak getiriyor muydu ki? Hayır.
Ne var ki halkın ezici çoğunluğu seçmiş olsa dahi bu denli güçlü bir iktidar karşısında her zamankinden fazla bağımsız ve hakkaniyetli bir medyaya ihtiyacımız var. Evrensel hukuk ve saygı sınırları içerisinde kalmak kaydıyla her türlü fikir özgürce savunulabilmelidir.
Muhalefetin diğer ayağı Kürtlere gelince; iktidarı şiddet üzerinden yıpratma güçleri var ama bunun demokrasiye herhangi bir katkısı olmaz. Tam tersi, milliyetçiliği körükler. Sertlik yanlılarının elini güçlendirir. Şimdi kilit soru şu: "Tayyip Erdoğan gerisinde nasıl bir miras bırakmak istiyor?"


kaynak: HT Gazete 02.08.2011