Gülen hareketi ve özeleştiri

İNGİLİZ The Financial Times’ın eski Türkiye Temsilcisi Vincent Boland, geçen sene “Yabancı gazete muhabirlerinin artık Ankara merkezli olmalarına gerek kalmadı, İstanbul’da yaşayabilirler. Çünkü Ankara’da kurumlar arası savaş dönemi kapandı. Türkiye haberleri daha çok ekonomi ağırlıklı olacak” demişti. MİT etrafında kopan fırtına Boland’ın fazla iyimser olduğunun en çarpıcı kanıtlarından biri. Oslo süreci diye adlandırılan PKK ve devlet arasında gerçekleşen gizli görüşmelerde yer alan MİT Müsteşarı Hakan Fidan, selefi Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş’in savcılık tarafından ifadeye çağrılması, beraberinde bir yorum furyasını tetikledi doğal olarak. Taner ve Güneş için dün çıkan tutuklama emri tansiyonu daha da yükseltti.

En çok kabul gören analiz, bunun bir iktidar kavgası olduğu yönünde. Taraflardan biri Başbakan Erdoğan. Bu açıkça telaffuz ediliyor. Diğer taraf ima yoluyla da olsa Fethullah Gülen hareketine bağlı emniyet ve yargı şeklinde telaffuz ediliyor. Neyi paylaşamadıkları pek net değil. Ama bir zamanlar beraber yürüyen bu iki gücün dış politikada, (özellikle İsrail konusunda) askeri vesayetin sonlandırılması ve Kürt sorununun çözümünde ters düştükleri savunuluyor. Ben ise konuya ilişkin birkaç gözlemimi ve epey zamandır dillendirmek istediğim duygularımı paylaşacağım.

1. Mevcut analizlerin temelindeki varsayımları sığ ve yanıltıcı buluyorum. Fethullah Gülen hareketini aynı tornadan çıkmış tek tip monolitik bir yapı olarak görmek yanlış. Bu, insan tabiatına aykırı bir durum. Cemaatin içinde dünyevi konularda farklı fikirde insanların olduğunu bizzat biliyorum. Ve eğer devlet içerisinde güçlendikleri doğruysa buradaki temel sorun şu: Görevlerini ifa ederken temel referansları Fethullah Gülen hareketi mi yoksa hukuk devleti mi? Evrensel hukuk değerleri üzerine bina edilmiş bir Anayasa’mız, gerçek anlamda bağımsız bir yargımız olsaydı bu sorular gündeme gelmezdi. Kürt sorunu da büyük ölçüde çözülmüş olurdu.

2. Cemaat bir genelleme çerçevesinde eleştirildiğinde cemaate yakın isimler yekvücut haline bürünüp savunmaya, hatta zaman zaman hoşgörü sınırlarını aşan sözlü ve yazılı taarruza geçebiliyor. Kökleri maneviyata dayalı bir hareketin etrafındaki bazı kişilerin bu denli agresif hallere bürünmesi, harekete zarar veriyor. Siyaset bu kadar bulaşmaları da... Kendilerine önyargıyla bakmamaya özen gösteren vicdan ve akıl pencereleri açık kimi insanları soğutup uzaklaştırıyor. Bu hareket adına yapılan her icraatın doğru olması ve bu hareketin içinde yer alan herkesin mükemmel olması mümkün değil. Gülen ismini kullanarak çıkar ilişkilerine girenler yok mudur? Geçenlerde Taraf Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur şöyle bir twit atmıştı: “İlke net: Gerektiğinde oylarımızla değiştiremeyeceğimiz hiçbir güç iktidara ortak olmamalıdır.”

3. Hareket içerisinde bazı önemli isimlerin “Dostlar eleştirilerini kamu önünde yapmamalı, bu dostluğa sığmaz” yaklaşımını doğru bulmuyorum. Global konumdaki bir hareket, kamu önünde saygı sınırları çerçevesinde yapılan her eleştiriye tahammüllü olmalıdır. Örneğin, Ahmet Şık ve Nedim Şener’le ilgili “Cemaati hedef aldıkları için içerideler” algısını daha soğukkanlı biçimde değerlendirmeleri gerekirdi diye düşünüyorum.
Bir de “Cemaati karşımıza alırsak başımız derde girer” paranoyası neden bu denli yaygın? İlhamını İslami değerlerden alan bir hareketin korku değil güven, sevgi ve hoşgörüyle anılması arzulanmaz mı? Bu arada hareketi olumlu ananların halen çoğunlukta olduğunu da teslim etmek gerekir. Bunda cemaat okullarının sunduğu eğitim ve imkânların büyük payı vardır diye düşünüyorum. Evet Bangladeş’teki cemaat okullarında büyük özveriyle çalışan öğretmenleri merhum babamın mezarı başında dua etmeye davet eden biri olarak şimdi de harekete yakın herkesi özeleştiriye davet ediyorum. Ve bu yazdıklarımı düşmanlık gibi anlayanların veya tam tersi anlamlar yükleyenlerin de canları sağ olsun diyorum.

Amberin Zaman, Haberturk, 11.02.2012

Bugün seçim olsa...

İşte 2012'de yapılan beş anketten çıkan çarpıcı sonuçlar...

18 Şubat 2012 Cumartesi, 17:01:21
bugün seçim olsa, araştırma sonuçları hangi parti ne kadar oy alır
Kaynak: HABERTURK.COM
Bugün seçim olsa hangi parti ne kadar oy alır? HABERTURK.COM, 2012 yılında yapılan beş araştırmanın sonuçlarını derledi. İşte partilere göre oy oranları...

ANDY-AR Sosyal Araştırmalar Merkezi, 21 ilde 2.862 kişi ile yaptığı Türkiye Siyasi Gündem Araştırması Ocak ayı sonuçları:
AK Parti: Yüzde 53.7
CHP: Yüzde 21.1
MHP: Yüzde 15.6
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 5.9
Diğer: Yüzde 3.7

26 şehirde 5193 denekle yapılan ve 7 Ocak'ta açıklanan ANAR anketinin sonuçları:
AK Parti: Yüzde 53.7
CHP: Yüzde 23.4
MHP: Yüzde 12.9
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 6
Diğer partiler: Yüzde 4.1

16 il, 60 ilçede 2168 denekle yapılan ve 29 Ocak'ta açıklanan GENAR anketinin sonuçları
AK Parti: Yüzde 51.6
CHP: Yüzde 26.7
MHP: Yüzde 14.3
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 4.4
Diğer: Yüzde 3

7 Şubat'ta açıklanan, Türkiye genelinde 7 bin hanede gerçekleştirilen A&G araştırması sonuçları:
AK Parti: Yüzde 54
CHP: Yüzde 21.1
MHP: Yüzde 11.8
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 8.2
Diğer: Yüzde 4.9

INFO'nun "Türkiye'de Güncel Konularla İlgili Algılar Araştırması" Ocak 2012 sonuçları:
AK Parti: Yüzde 50.7
CHP: Yüzde 26.8
MHP: Yüzde 11.9
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 5.4
Diğer: Yüzde 5.2

Davutoğlu'nun uykusu kaçar tabii


EL ArabiyaTelevizyonu'na konuşan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Suriye'ye müdahaleyi destekleriz" açıklamasında bulundu. Daha doğrusu ajansların, bakanın sözlerini bu şekilde yansıtması bomba etkisi yarattı. Oysa bakan dün Kayseri'de belirttiği gibi, "Arap Birliği başarısız olursa Suriye'ye müdahale öngören Birleşmiş Milletler kararını destekleriz" demiş. Üstelik Türkiye'nin herhangi bir müdahaleye ancak insani yardım çerçevesinde iştirak edebileceğinin altını çizmiş.
Arap Birliği'nin başarısız olduğu apaçık ortada. Suriye'ye yolladığı sözde gözlemci heyetin zerre kadar faydası olmadı. Adamlar hâlâ oradayken siviller çatır çatır rejim tarafından katledilmeye devam ediyor. "Yeter" diyen Suudi Arabistan kendi gözlemcilerini çekti. Çeşitli gözlemciler ise mideleri feci biçimde bulanmış halde Suriye'yi kendilikerinden terk etti. Bu arada sayıları on binlerle telaffuz edilen sıradan Suriyeliler hapiste çürüyor. Ordunun tanklarla kuşattığı şehirlerde, ilçelerde insanlara gıda ulaşamıyor. Yani bir insani kriz zaten söz konusu.
Öyle ama ben dahil hepimiz "Aman aman, Suriye'ye müdahalede bulunmak çılgınlık olur" diyerek Davutoğlu'na aklımızca telkinlerde bulunuyoruz. Libya yorgunu NATO, başkanlık seçimlerinden önce herhangi bir uluslararası kriz istemeyen Obama, istediği kadar Suriyeli ölsün bu işi Araplara ve Türkiye'ye havale etmek istiyor. Gaza gelip onların maşası neden olalım? Biz de bu ve benzer sualleri sorup duruyoruz.
Peki ölü sayısı 5000'i aşmış Suriye'de kendi çıkarlarımızı bir kenara itip yardım eli uzatmamız için kaç kişi ölmesi gerekiyor? Srebrenitsa boyutlarında bir kıyım olmadan Suriye'de olup bitenlere seyirci kalmak nereye kadar? Geçtiğimiz hafta bize konuşan Davutoğlu boşuna, "Uykularım kaçıyor, kâbuslar görüyorum" demedi. Vicdan sahibi herkes yanı başımızdaki bu kan banyosu karşısında ülke çıkarları ile yüreği arasında sıkışıp kalıyor.
DAVUTOĞLU'NA YÜKLENENLER
Davutoğlu'nun komşularla sıfır sorun politikasının iflasını ilan edenler soruyorlar:
Türkiye başından beri Esad'ın ne mal olduğunu bilip nasıl ortak bakanlar kurulları düzenledi? Başbakan neden Esad'larla kol kola girip tatillere çıktı? Şimdi ise askerler dahil muhaliflere kapılarını açtı? Irak için mezhep çatışması riskinden sürekli söz eden Davutoğlu, neden Suriye'de aynı riskin varlığını kabul etmiyor? Orada olup biteni neden "insan hakları ve demokrasi sorunu" olarak tanımlıyor. Irak'ı nasıl oldu da İran'a "kaptırdık"?
Bunlar haklı sorular. Ve şüphesiz Davutoğlu'nun hataları var. Ama abartmayalım. Önce Irak'tan başlayalım. AK Parti'nin yaptığı en doğru hamlelerden biri, Iraklı Kürtlerle resmi ilişkiler kurması oldu. Iraklı Kürtlerle coğrafyanın ve bölgesel güç dengelerinin dayattığı bir mütefikliğimizin olduğu apaçık ortada. Ama biz on yıllarca Irak'a PKK ve güvenlik penceresinden baktığımız için Iraklı Kürtleri hep potansiyel taşeron veya düşman gözüyle gördük. Her daim, "Bizim tek muhatabımız merkezi hükümet" diye haykırıp durduk. İşte merkezi hükümeti gördük. Türkiye'yle ipleri koparma noktasına getiren İran yanlısı Nuri Maliki, "İçişlerime burnunu sokma" dedi. Türkiye, Iraklı Kürtler ve Sünni Arapların kerhen de olsa kurduğu taze ittifak, suyun çatlağı bulması olarak özetlenebilir.
Tıpkı Maliki'nin İran'ın yanında yer alması gibi. Bu konuşlanmayla birlikte Irak üzerinde yeni pazarlıklar başladı. Türkiye de bu sürecin en önemli aktörlerinden biri olmaya devam ediyor. "Irak'ı İran'a teslim etti" demek için henüz çok erken.
Suriye'ye gelince... Esad'ın uluslararası tecrit ve baskılar neticesinde insafa geleceğini umuyordu. Büyük katliamların yaşandığı ağustos ayından itibaren rejiminin fişini tamamıyla çekti. Stratejisini Esad'ın mutlak gidişi üzerine kurdu. Muhalefete kapıları tümüyle açtı. Rejimin başta iç dinamikler marifetiyle devrilmesi için gün sayıyor. Eşzamanlı olarak uluslararası destekli müdahale için kontenjan planları yapıyor. Türkiye bunları yapmamış olsaydı yine olaylara seyirci kalmakla, oyunun dışına itilmekle suçlanacaktı. Eldeki verilerle başka nasıl davranılır emin değilim. Ancak şurası kesin, eğer Türkiye'nin Suriye ve İsrail arasında yürüttüğü barış çabaları sonuç verebilseydi -ki vermek üzereydi-Suriye'de bugün kan akmıyor olacaktı. Bu sürecin çökmesinin başlıca sorumlusu ne Türkiye, ne de Suriye. Baş sorumlusu İsrail'dir.

Kaynak Haber Türk, 24.01.2012

Rüyada Libya'da kriz çıktı, ter içinde uyandım, hanım da uyandı



 Dışişleri Bakanı Davutoğlu Brüksel yolunda kendisini kan ter içinde bırakan rüyasını anlattı: Sayıklayarak uyandım. Uyuyamayınca yine gerçeğe, Suriye mesaisine döndüm

HRANT Dink davasına ilişkin vicdanları isyan ettiren X-L mahkeme kararından bir gün sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikte Brüksel'e gittik. NATO'da Türkiye'nin ittifaka üyeliğinin 60'ıncı yılı münasebetiyle bir konuşma yapan Davutoğlu, Dink ile ilgili görüşlerini bize ve Hürriyet Gazetesi'nden Cansu Çamlıbel'e anlattı. Bağdat'taki elçiliğimize roket saldırısı haberini alan Davutoğlu, düşünceli görünmekle birlikte her zamanki gibi güler yüzlü ve mütevazıydı. Osmanlı tarihi üzerine "Tarihi Derinlik" isminde yeni bir kitap hazırlayan bakan, uçağın penceresinden bakarken Tuna Nehri'ni görünce coşkusunu gizleyemedi.
■ Batı medyasında Türkiye'nin Suriyeli muhalifleri eğitip silahlandırdığına dair spekülasyonlar mutlak gerçek gibi sunuluyor.
Biz 8 ay boyunca Suriye'yle ikili planda elimizden gelen her şeyi yapmaya çalıştık. Bu çabalar 15 Ağustos'a kadar sürdü. O noktada artık ikili ilişkiler yoluyla ikna olmayacağı kanaatine varmıştık. Biz Suriye muhalefetini silahlandırmıyoruz ama muhalefete seslerini duyurmaları ve örgütlenmeleri için yardımcı oluyoruz. Rejimin yalnızlaştırılmasında rol oynuyoruz. Kaçan Suriyeli kardeşlerimizin Türkiye'yi sığınacak ülke olarak görmeleri, Suriye muhalefetinin her türlü toplantıyı Türkiye'de yapabilmeleri en önemli katkıdır.
■ Bir ara Türkiye, Suriyeli muhaliflere askeri eğitim veriyor gibi bir hava oluşturuldu. Neden?
Bunlar Türkiye'yi belli bir yere sürüklemek için yapılan rivayetler. Bunun farkındayız. Biz de bu nedenle bilinçli olarak her adımı Arap Ligi'yle birlikte koordine etmeye karar verdik. Bugüne değin askeri müdahaleden bize atfedildiği şekilde hiç bahsetmedik. Tabii yarın yüz binlerce insan Türkiye sınırına dayanırsa, o zaman ne yapılması gerektiği meşru bir sorudur. Ancak Türkiye'nin, uluslararası meşruiyet zemininde hareket edeceğini ve uluslararası ve
bölgesel örgütlerle işbirliği sergileyeceğini söyleyebilirim. Sonuçta Suriye ile son 8 yılda ilişkileri o noktaya getiren de bizdik. Taş taş üstüne koyup bir şey inşa ediyorsunuz. Ancak halkına silah doğrultan anlayış, tahrip edip binayı yıkmaya çalışıyor. Bir insan kendi eserinin yıkılmasını ister mi? Bizim Suriye'ye bakışımız, halkın refahı, esenliği ve kalıcı dostluk bağlamında bir bakış. Bazı ülkeler için Esad rejiminin kendisi bir stratejik kazanç. Bazı ülkeler için rejimin düşmesi stratejik kazanç. Bizim için halkıyla çatışan hiçbir rejim stratejik bir kazanım olamaz.
■ Son derece riskli bir dönemden geçiyoruz.
Sadece ülkenin değil bölgenin kaderiyle de yakından ilgilenen bir insan olarak, ne kadar zorlu kararlardan geçtiğimizi ancak yaşayan bilir. Birkaç hafta önce gece 01.00'a kadar Suriye konusunda çalıştım. Yattım, rüyamda
Libya'da tekrar kriz patlamıştı. Rüya değil kâbus bu. Kan ter içinde sayıklayarak uyanmışım, hanım da uyandı.
Uyuyamadım, tekrar gerçeğe yani Suriye mesaisine döndüm. Sadece Libya'da tahliye döneminde yaşadıklarımız yeter. Libya'da tahliyeler başladığından Başbakan'ımızın Libya seyahatine kadar geçen dönem. Ne zaman Başbakan'ımız Libya'da Türk bayraklarıyla coşku içinde karşılandı, o zaman "Çok şükür" dedim.

'Mesele ırkçılık'
■ Hrant Dink'i tanır mıydınız?
İlk defa tam 11 Eylül sonrasında İstanbul Barosu'nda düzenlenen bir toplantıda tanımıştım. Orada yaptığı konuşma çok etkilemişti beni. O zaman oğlu ABD'de okuyormuş, 11 Eylül 'den sonraki tepkilerden o da nasibini almış, bir sürü tacize maruz kalmış. Dedi ki: "Görüyorsunuz, Hıristiyan olsak da tenimiz esmer diye biz tacize uğruyoruz. Biz gâvuruz ama sizin gâvurunuzuz." Ben de onun üzerine kendisine "Mesele Müslüman olup olmamak meselesi
değil, ırkçılık" dedim.
■ Dindar biri olarak siz de ötekiydiniz bir zamanlar...
Malezya'dan döndüğümde birikimim takdir edilmesine rağmen kişisel tercihlerim ve hayat tarzım nedeniyle Türkiye'deki akademik hayattan dışlandım. Ama hiçbir zaman kendimi öteki psikolojisine sokmadım. Kimseye de öteki olarak bakmadım. Hrant Dink de öteki değildi, hiçbir Ermeni vatandaşımız da değil. Benim için Hrant Dink her
şeyden önce bir aydın. Türk entelektüel hayatına önemli katkı yapmış, ortak kültürü paylaştığımız bir  arkadaşımızdır. Ayrıca da vatandaşımız. Onun cinayeti herhangi bir cinayet değildir. Hukuki süreç bitmiş değil, daha temyiz aşaması var. Süreç sona ermeden önce bağlayıcı şeyler söylememek gerekir.

Irak'la gerginlik...
"BİZ Maliki'yle olabilecek en açık ve sert şekliyle konuşuyoruz. Maliki şunu yapsaydı; Amerikalıların çekildiği gün bayram havasında ülkesindeki tüm liderleri bir araya getirseydi, Irak bir başarı hikâyesi olurdu. Tersine Irak'ın hâlâ kriz ülkesi olduğu algısını oluşturdu. Kürtler gibi Bağdat'a yönelmiş siyasi gruplar bile mesafeli yaklaşmaya başladı. Irak'ta yaşanan gerilim, uzun yıllar sürecek dinler ve mezhepler arası bir savaşa dönüşürse birçok devleti içine çeker. Gerilimin iki önemli nedeni var. Birincisi Saddam döneminin bıraktığı kötü izler, ikincisi ABD işgali altında uygulanan yanlış yöntemler. Reform yapılmalı, rejim değişmeli ama devletin sürekliliği yok edilmemeliydi. Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçerken rejim değişti ama devlet sürdü."

Kaynak:HABERTURK,  20 Ocak 2012 Cuma

Kürtler ve Kevin Spacey


GEÇEN cumartesi İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) sayesinde Kevin Spacey’nin başrolünü üstlendiği Shakespeare’in ünlü III. Richard oyununu izledim. Gözüm arada bir Spacey’nin büyüleyici performansını en ön sıradan seyreden Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’na kaydı durdu. “Acaba Richard’ın saçtığı vahşet ve zulmü izledikçe aklına yanıbaşımızda her gün kendi vatandaşlarını öldüren Suriye’nin gözü dönmüş diktatörü Beşar Esad aklına geliyor mudur?” diye düşünmeden edemedim.
“Kevin Spacey ve Kürtler ne alaka?” diye soracak olursanız bunun cevabı Fatih Altaylı’nın Spacey ile yediği öğle yemeğinde gizli. Fatih bir ara Spacey’ye sormuş: “Oyun Shakespeare’den. Çok uzun metin. Ezberlemek güç değil mi?” Spacey’nin yanıtı ise şöyleydi: “Aklınızla ezberlemek güç. Kalbinizle ezberlerseniz kolay. Oyunun içine girip oyunu yaşamaya başlayınca bir şekilde ezberleniyor.” Bu satırları okuyunca anında Kürt meselesini düşündüm. Bugüne dek sorunu askeri yöntemlerle çözmeye çalışan devlet, AK Parti iktidarıyla birlikte aklıyla çözmeye gayret etti. Ya kalbiyle?
Devletin kalbi olmaz ama siyasetçilerin var. Askeri vesayeti hiç olmadığı kadar törpüleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın aklı olduğu kadar en son merhum annesinin cenazesinde şahit olduğumuz üzere kalbi de var. Kürt sorununu çözebilmek için kalbinizi devreye sokmanız gerekir. Gazze için yaptığınız gibi. Empati kurmanız lazım. Asker, sivil, militan her gün gençlerimiz ölüyor.
Ne yazık ki son günlerde hükümet cephesinde ve iktidara yakın basında milliyetçi Kürtleri ötekileştirmeye yönelik inanılmaz bir kampanya yürütülüyor. Kürtler sanki birey değil, birer alfabe kokteylinden ibaret. “KCK”, “PKK”, “DTK” derken karşımızdakilerin etten kemikten insanlar olduğunu unutuyoruz. “KCK’lılar” tutuklanıyor, “PKK”‘lılar “X”leniyor. “Önce örgütün belini bükeriz, ardından Kürtler için birtakım güzellikler düşünürüz” mantığı hâkim. Bir işe yarar mı peki?
Güneydoğu’da güvendiğim birçok kaynağa göre tam tersi, baskı arttıkça PKK’ya katılım da artıyor. Geçmişte olduğu gibi kurunun yanında yaş da yanıyor. Örneğin, en son KCK tutuklama furyasında hapsi boylayan Şırnak Belediye Başkanı Ramazan Uysal gibi. “Nasıl yani?” dedim haberi duyunca. Zira daha ağustos ayının sonlarında bulunduğum Şırnak’ta başta Vali Vahdettin Özkan olmak üzere bütün devlet erkânı, beş vakit namaz kılan ve hacı unvanına sahip Uysal’ın ne kadar “uyumlu”, ne kadar “nazik” ve ne kadar “gayretli” olduğunu ağız birliyle anlatmışlardı bana.
Halka hizmet yerine sadece bol laf üretmekle suçlanan birçok BDP’li belediye başkanının aksine Uysal, Şırnak halkı tarafından icraatı yüzünden sevgiyle anılan bir isim. “Halk infial içinde, başkanımızın derhal özgürlüğüne kavuşmasını istiyoruz” diyor Almanya’da telefonla ulaştığımız Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Osman Geliş.
Henüz iddianame yazılmadığı için Uysal’ın “suçu” belli değil ama büyük ihtimalle bir kent meclisi toplantısında PKK’ya yönelik övücü ifadeler kullandığı iddiasıyla içeride. Eğer suçu buysa herhalde milyonlarca Kürt’ün topluca hapse tıkılması gerekir.
Dün Geliş’ten sonra Yüksekova’da objektif haberciliğiyle bilinen Yüksekova Haber sitesinin kurucularından Erkan Çapraz’ı ilçedeki son durumu öğrenmek için aradım. Çapraz, “OHAL’den farkı yok. Hakkâri’de özel timler evlere tekmeleyerek girip insanları gözaltına alıyor, sokaklarda duvara dayayıp aramalar yapıyor. Dün Yüksekova’da İpekyolu Caddesi’nde zırhlı araçlardan mehter marşı ve ilahi tarzı ‘Allah Allah’ diye bağıran müzikler çalınıyordu. Biz dinimizi bilmiyor muyuz? Bu nasıl bir hakarettir? Eskiden dükkânlar sabahın ikisine kadar açık kalırdı, şimdi güneş batmadan herkes kapatıyor” diyor.
Çapraz’ın yine gazeteci olan ağabeyi Nevzat da KCK’dan nasibini almış. BDP’nin düzenlediği basın toplantısında görüntülendiği için KCK üyeliğiyle yargılanıyor. Bir diğer “kanıt” ise telefonunda kayıtlı bulunan BDP’lilerin numaraları. Bu hesaba göre ben Amberin Zaman da KCK üyesiyim.

Kaynak: Haber Türk, 11.10.2011

Tezkerenin esas hedefi Suriye mi? Aleviler soruyor


HÜKÜMETE sınır ötesi askeri müdahaleye yetki tanıyan tezkere önceki gün Meclis'te kabul edildi. Tezkereye ret oyu veren CHP Tunceli Milletvekili Avukat Hüseyin Aygün'ü, basına yansıyan "Oylamaya katılmadı" yönündeki iddiaları sormak üzere dün aradık. Zira tanıdığımız kadarıyla Aygün kaçak güreşecek biri değil. "Oradaydık. Neden böyle yansıtıldı hiç anlamış değilim" diyen Aygün sözlerini şöyle sürdürdü: "Tezkereye 'hayır' dedik; çünkü bu 27'nci tezkere ve bugüne kadar hiçbir şey değişmedi. Biz Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle, müzakerelerle ancak çözülebileceğine inanıyoruz. 20 yaşındaki gençler ölüyor, dağdaki Kürt çocukları ölüyor. Tezkere, şoven damarın kabarmasına hizmet ediyor, barışa değil."
Kendini "Dersim milletvekili" olarak tanımlayan Aygün, CHP'deki yenilikçi demokrat isimlerin başını çekiyor. 1938 Dersim katliamı konusunda resmi tarihi sorgulayan çeşitli kitapları olan Aygün, en az 50 CHP milletvekilinin tezkereye hayır dediğini öne sürerken, "Bunu fire olarak değil, parti içerisinde gittikçe kök salan çoğulculuğa ve demokratikleşmeye yormak gerekiyor" dedi. Yine de parti içinde statükocular ile yenilikçiler arasındaki çekişmenin sürdüğünü teslim eden Aygün, en ilginç yorumlarını Suriye ile artan gerginlik konusunda dillendiriyor.
SURİYE'YE ASKERİ MÜDAHALE
Aygün e göre Türkiye'de yaşayan birçok Alevi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Esad rejimine yönelik gittikçe sertleşen açıklamalarını Suriye'ye olası bir askeri müdahale şeklinde yorumluyor. Sınır ötesi tezkerenin esas amacının, PKK'ya değil Suriye'ye yönelik olası askeri operasyonların önünü açmak olduğunu iddia ediyor.
Alevileri asıl kaygılandıran, Başbakan Erdoğan ve Hüseyin Çelik gibi isimlerin meseleyi mezhep üzerinden ele almaları. Erdoğan ın Mısır gezisinde, "Alevi subayları halka zulmediyor. Suriye halkı Alevi subaylardan rahatsız" mealindeki sözleri, Türkiye'deki Alevileri kızdırmış. Türk Alevileri ve Suriye diktatörü Hafız Esad ın mensup olduğu Nusayriler her ne kadar farklı kolları temsil etseler de "Ortak bir ruh dünyamız var" diyor Aygün. "İsrail'e atıp tutarken bir yandan füze kalkanıyla koruyan hükümet sanırım Suriye' yi kolay lokma görüyor, gücünü test etmek istiyor" tespitinde bulunuyor.
Suriye'deki olaylar ilk patlak verdiğinden bu yana Türkiye'nin verilen tüm gazlara rağmen herhangi bir askeri müdahalede bulunmayacağını iddia ettik. Zira böylesi bir adımın bölgesel çatışmayı tetikleyebileceği gibi Türkiye'nin AK Parti iktidarıyla birlikte yakaladığı demokratik kazanımları ve refahı yerle bir edebileceğini savunduk hep. Türkiye'nin Esad rejiminin katliamları durdurmasına yönelik çabaları her ne kadar etkisiz kaldıysa da rejime silah ulaşımını engellemek, uluslararası toplumla birlikte hareket etmek kaydıyla ekonomik yaptırımlar uygulamak ve halen dağınık görüntü veren Suriye muhalefetiyle rejim arasında diyaloğu teşvik etmek dışında çok fazla seçeneği olmadığını belirttik.
Suriye'deki vahşetin karşısında durmanın yanında bir de Suriyeli mültecilere kapılarımızı açık tutmanın her şeyden önce bir insanlık vazifesi olduğunun altını çizdik. Vahşet karşısında eli kolu bağlı seyretmenin insanlığa ne kadar sığacağını sorduğumuzda ise cevap vermekte hep zorlandık.
Suriye'yi uyarıp ardından vahşet devam ettikçe halkı korumak adına müdahalede bulunmamak tıpkı Avrupalıların Sırp katliamına maruz kalan Müslüman Boşnaklara karşı düştüğü onursuz duruma düşmek anlamına geliyor. Ne var ki geç de olsa gelen müdahale ABD ve NATO öncülüğünde yapıldı. Oysa Suriye'ye müdahale konusunda uluslararası zeminde oluşan herhangi bir irade görülmediği gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nden ek yaptırımlar konusunda dahi ret oyları baskın çıktı. Ama bakıyoruz Türkiye buna rağmen "Ben yaptırım uygulayacağım" diyor.
Suriye sınırında askeri tatbikatlar planlıyor ve Suriye ordusundan kaçtıkları iddia edilen on bin küsur subayın lideri Albay Riad al Asaad, Batı medyasına Türkiye'de olduğunu ilan ediyor. Bu arada New York Times gibi saygın gazetelerde Sünnilerin Nusayrileri öldürmeye başladığı haberleri geliyor. Türkiye, kimilerine göre cumhuriyet tarihi boyunca olmadığı kadar başka bir ülkede rejim değişikliğinin öncüsü ve hamisi görüntüsünü vermeye başlıyor.
Tüm bunlar başka ülkelerle birlikte planlanıyorsa bunu ilan etmenin zamanı geldi. Yoksa altından tek başımıza kalkamayacağımız bir kanlı maceranın içine doğru sürüklenip gideriz.

Kaynak: Haber Türk, 07.10.2011

Ahmet Şık Nedim Şener ve Mehmet Baransu

DÜN sabah, başta Balyoz olmak üzere TSK'daki darbe planlarını ortaya çıkardığı için özellikle Genelkurmay ve askeri vesayet üzerinden güç alan çevrelerde nefret figürü haline gelen Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu ile buluştuk. Mehmet'i Taraf'taki günlerimden beri takdir ederim. Ancak zaman zaman büründüğü agresif üslup beni de rahatsız etmiştir.
İçinde derin bir öfke olduğunu hissetmişimdir hep. "28 Şubat döneminde etrafımdaki insanların sırf inançlı olduklardan dolayı ne zulümlere maruz kaldıklarını görüp öfkelenmemek mümkün mü Amberin?" diye sordu dün. Pek yakında Mehmet'in "bomba bilgiler" içeren 28 Şubat döneminin perde arkasını anlatan yeni kitabı yayınlanacak.
Çoğu "devletin gizli belgelerini açıklamak"tan olmak üzere 50'ye yakın davadan yargılanan Mehmet'le buluşma nedenim, Odatv iddianamesine ilişkin görüşlerini ayrıntılarıyla öğrenmek içindi. Zira "yandaş" cephede sıkça takdim edilen Mehmet, o iddianameyi köşesinde eleştirmişti. Ahmet Şık ve Nedim Şener'in "terör örgütüne yardım ettikleri" gerekçesiyle 7 yıldan 15 yıla kadar hapis istemiyle yargılanmasını yanlış bulduğunu hem köşesinde hem de çıktığı televizyon programlarında net bir şekilde ifade etmişti.
Buluşmamızda Mehmet, "İddianameyi okuduğunda bütün meselenin Nedim Şener'in ve Ahmet Şık'ın Fethullah Gülen hareketini hedef gösterdikleri kitaplara indirgendiğini gözledim" diyor. Ve ekliyor: "Ahmet ve Nedim eğer talimatla kitap yazdılarsa bu onların gazeteciliğini tartışmalı kılar ama terör örgütüne yardım etmekle suçlanmalarını kesinlikle meşru kılmaz."
Mehmet'e göre "esas mesele", Ahmet ve Nedim'in yanı sıra binlerce insanın hapse atılmasına yol açan ve 2005 yılında TSK'nın bastırmasıyla değiştirilen Terörle Mücadele Kanunu. Mehmet 29 Ağustos günü yayınlanan köşesinde AK Parti hükümetine şöyle sesleniyordu: "TMK'daki düzenleme bir an önce değiştirilmeli ve haksız yere cezaevinde yatan Nedim ve Ahmet dahil binlerce insan dışarı çıkmalı."
Mehmet haklı. Son günlerde Odatv etrafında cereyan eden tartışmalara baktığımızda ne yazık ki medya bünyesinde müthiş bir çifte standarda tanık oluyoruz. Yıllarca dindarların ve Kürtlerin en fasulyeden bahanelerle hapiste çürümeleri karşısında susan bazı isimler "ifade özgürlüğü" diye esip gürlüyorlar. Ahmet ve Nedim'in mağduriyeti üzerinden cepheyi genişletip konuyu Ergenekon davasının bir düzmece olduğu noktasına vardırıyorlar.
Oysa öncelikle kavgasını vermemiz gereken husus, Terörle Mücadele Kanunu'ndaki berbat düzenlemelerdir. Örneğin, poşu takar da tesadüfen PKK yanlısı bir gösterinin yapıldığı civarda bulunursanız örgüt sempatizanlığı, hata üyeliği iddiasıyla hapsi boylayabilirsiniz.
"İyi de bütün bunları Mehmet Baransu üzerinden neden anlatıyorsun?" diye soracak olursanız cevabım şöyle: Ahmet ve Nedim'in tutuklanması bende de derin bir infial yarattı. Öyle ki bir cepheye doğru sürüklendiğimi hissettim. Mehmet ile buluşmam bir tür balans ayarı niteliğindeydi benim için. Çünkü yukarıda belirttiğim gibi Odatv davasındaki adaletsizlikleri tüm Ergenekon davasına mal etmek, medyada yaşanan kutuplaşma ortamında hiçten değil.
Ergenekon davası usul yönünden (özellikle uzun yargısız tutuklama süreleri açısından) gayet problemli ama özünde Türk demokrasisinin geleceği açısından hayati önem arz ediyor. "Fethullah Gülen'e dokunursan işte böyle olursun" diye oh çekenler, hatta harekete yönelik en ufak eleştiri karşısında gözdağı vermeye yeltenen birtakım kraldan fazla kralcı tipler ile "Ergenekon davası AK Parti ve Fethullah Gülen cemaatinin birlikte yürüttüğü bir intikam operasyonundan öte bir şey değil" diyenler arasında pek fark göremiyorum.
Mehmet Baransu, Odatviddianamesine "çakarak" kendisi için "Cemaat güdümünde" diyerek haberlerini çürütmeye gayret edenlerin ezberlerini bozdu. Gülen hareketi içerisinde yer aldığı iddialarını yalanlarken "Velev ki öyle, benim ortaya çıkardığım gerçekleri değiştirir mi bu durum? Balyoz'u, Aktütün'ü, Hantepe'yi, Dağlıca'yı değiştirir mi?" diye soruyor. Balyoz iddianamesinde sunulan bariz çelişkili kanıtları bir kenara not düşerek cevabım: "Hayır Mehmet,değiştirmez."

 Kaynak: Haber Türk, 04.10.2011