Gülen hareketi ve özeleştiri

İNGİLİZ The Financial Times’ın eski Türkiye Temsilcisi Vincent Boland, geçen sene “Yabancı gazete muhabirlerinin artık Ankara merkezli olmalarına gerek kalmadı, İstanbul’da yaşayabilirler. Çünkü Ankara’da kurumlar arası savaş dönemi kapandı. Türkiye haberleri daha çok ekonomi ağırlıklı olacak” demişti. MİT etrafında kopan fırtına Boland’ın fazla iyimser olduğunun en çarpıcı kanıtlarından biri. Oslo süreci diye adlandırılan PKK ve devlet arasında gerçekleşen gizli görüşmelerde yer alan MİT Müsteşarı Hakan Fidan, selefi Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş’in savcılık tarafından ifadeye çağrılması, beraberinde bir yorum furyasını tetikledi doğal olarak. Taner ve Güneş için dün çıkan tutuklama emri tansiyonu daha da yükseltti.

En çok kabul gören analiz, bunun bir iktidar kavgası olduğu yönünde. Taraflardan biri Başbakan Erdoğan. Bu açıkça telaffuz ediliyor. Diğer taraf ima yoluyla da olsa Fethullah Gülen hareketine bağlı emniyet ve yargı şeklinde telaffuz ediliyor. Neyi paylaşamadıkları pek net değil. Ama bir zamanlar beraber yürüyen bu iki gücün dış politikada, (özellikle İsrail konusunda) askeri vesayetin sonlandırılması ve Kürt sorununun çözümünde ters düştükleri savunuluyor. Ben ise konuya ilişkin birkaç gözlemimi ve epey zamandır dillendirmek istediğim duygularımı paylaşacağım.

1. Mevcut analizlerin temelindeki varsayımları sığ ve yanıltıcı buluyorum. Fethullah Gülen hareketini aynı tornadan çıkmış tek tip monolitik bir yapı olarak görmek yanlış. Bu, insan tabiatına aykırı bir durum. Cemaatin içinde dünyevi konularda farklı fikirde insanların olduğunu bizzat biliyorum. Ve eğer devlet içerisinde güçlendikleri doğruysa buradaki temel sorun şu: Görevlerini ifa ederken temel referansları Fethullah Gülen hareketi mi yoksa hukuk devleti mi? Evrensel hukuk değerleri üzerine bina edilmiş bir Anayasa’mız, gerçek anlamda bağımsız bir yargımız olsaydı bu sorular gündeme gelmezdi. Kürt sorunu da büyük ölçüde çözülmüş olurdu.

2. Cemaat bir genelleme çerçevesinde eleştirildiğinde cemaate yakın isimler yekvücut haline bürünüp savunmaya, hatta zaman zaman hoşgörü sınırlarını aşan sözlü ve yazılı taarruza geçebiliyor. Kökleri maneviyata dayalı bir hareketin etrafındaki bazı kişilerin bu denli agresif hallere bürünmesi, harekete zarar veriyor. Siyaset bu kadar bulaşmaları da... Kendilerine önyargıyla bakmamaya özen gösteren vicdan ve akıl pencereleri açık kimi insanları soğutup uzaklaştırıyor. Bu hareket adına yapılan her icraatın doğru olması ve bu hareketin içinde yer alan herkesin mükemmel olması mümkün değil. Gülen ismini kullanarak çıkar ilişkilerine girenler yok mudur? Geçenlerde Taraf Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur şöyle bir twit atmıştı: “İlke net: Gerektiğinde oylarımızla değiştiremeyeceğimiz hiçbir güç iktidara ortak olmamalıdır.”

3. Hareket içerisinde bazı önemli isimlerin “Dostlar eleştirilerini kamu önünde yapmamalı, bu dostluğa sığmaz” yaklaşımını doğru bulmuyorum. Global konumdaki bir hareket, kamu önünde saygı sınırları çerçevesinde yapılan her eleştiriye tahammüllü olmalıdır. Örneğin, Ahmet Şık ve Nedim Şener’le ilgili “Cemaati hedef aldıkları için içerideler” algısını daha soğukkanlı biçimde değerlendirmeleri gerekirdi diye düşünüyorum.
Bir de “Cemaati karşımıza alırsak başımız derde girer” paranoyası neden bu denli yaygın? İlhamını İslami değerlerden alan bir hareketin korku değil güven, sevgi ve hoşgörüyle anılması arzulanmaz mı? Bu arada hareketi olumlu ananların halen çoğunlukta olduğunu da teslim etmek gerekir. Bunda cemaat okullarının sunduğu eğitim ve imkânların büyük payı vardır diye düşünüyorum. Evet Bangladeş’teki cemaat okullarında büyük özveriyle çalışan öğretmenleri merhum babamın mezarı başında dua etmeye davet eden biri olarak şimdi de harekete yakın herkesi özeleştiriye davet ediyorum. Ve bu yazdıklarımı düşmanlık gibi anlayanların veya tam tersi anlamlar yükleyenlerin de canları sağ olsun diyorum.

Amberin Zaman, Haberturk, 11.02.2012

Bugün seçim olsa...

İşte 2012'de yapılan beş anketten çıkan çarpıcı sonuçlar...

18 Şubat 2012 Cumartesi, 17:01:21
bugün seçim olsa, araştırma sonuçları hangi parti ne kadar oy alır
Kaynak: HABERTURK.COM
Bugün seçim olsa hangi parti ne kadar oy alır? HABERTURK.COM, 2012 yılında yapılan beş araştırmanın sonuçlarını derledi. İşte partilere göre oy oranları...

ANDY-AR Sosyal Araştırmalar Merkezi, 21 ilde 2.862 kişi ile yaptığı Türkiye Siyasi Gündem Araştırması Ocak ayı sonuçları:
AK Parti: Yüzde 53.7
CHP: Yüzde 21.1
MHP: Yüzde 15.6
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 5.9
Diğer: Yüzde 3.7

26 şehirde 5193 denekle yapılan ve 7 Ocak'ta açıklanan ANAR anketinin sonuçları:
AK Parti: Yüzde 53.7
CHP: Yüzde 23.4
MHP: Yüzde 12.9
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 6
Diğer partiler: Yüzde 4.1

16 il, 60 ilçede 2168 denekle yapılan ve 29 Ocak'ta açıklanan GENAR anketinin sonuçları
AK Parti: Yüzde 51.6
CHP: Yüzde 26.7
MHP: Yüzde 14.3
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 4.4
Diğer: Yüzde 3

7 Şubat'ta açıklanan, Türkiye genelinde 7 bin hanede gerçekleştirilen A&G araştırması sonuçları:
AK Parti: Yüzde 54
CHP: Yüzde 21.1
MHP: Yüzde 11.8
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 8.2
Diğer: Yüzde 4.9

INFO'nun "Türkiye'de Güncel Konularla İlgili Algılar Araştırması" Ocak 2012 sonuçları:
AK Parti: Yüzde 50.7
CHP: Yüzde 26.8
MHP: Yüzde 11.9
Bağımsızlar (BDP): Yüzde 5.4
Diğer: Yüzde 5.2

Davutoğlu'nun uykusu kaçar tabii


EL ArabiyaTelevizyonu'na konuşan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Suriye'ye müdahaleyi destekleriz" açıklamasında bulundu. Daha doğrusu ajansların, bakanın sözlerini bu şekilde yansıtması bomba etkisi yarattı. Oysa bakan dün Kayseri'de belirttiği gibi, "Arap Birliği başarısız olursa Suriye'ye müdahale öngören Birleşmiş Milletler kararını destekleriz" demiş. Üstelik Türkiye'nin herhangi bir müdahaleye ancak insani yardım çerçevesinde iştirak edebileceğinin altını çizmiş.
Arap Birliği'nin başarısız olduğu apaçık ortada. Suriye'ye yolladığı sözde gözlemci heyetin zerre kadar faydası olmadı. Adamlar hâlâ oradayken siviller çatır çatır rejim tarafından katledilmeye devam ediyor. "Yeter" diyen Suudi Arabistan kendi gözlemcilerini çekti. Çeşitli gözlemciler ise mideleri feci biçimde bulanmış halde Suriye'yi kendilikerinden terk etti. Bu arada sayıları on binlerle telaffuz edilen sıradan Suriyeliler hapiste çürüyor. Ordunun tanklarla kuşattığı şehirlerde, ilçelerde insanlara gıda ulaşamıyor. Yani bir insani kriz zaten söz konusu.
Öyle ama ben dahil hepimiz "Aman aman, Suriye'ye müdahalede bulunmak çılgınlık olur" diyerek Davutoğlu'na aklımızca telkinlerde bulunuyoruz. Libya yorgunu NATO, başkanlık seçimlerinden önce herhangi bir uluslararası kriz istemeyen Obama, istediği kadar Suriyeli ölsün bu işi Araplara ve Türkiye'ye havale etmek istiyor. Gaza gelip onların maşası neden olalım? Biz de bu ve benzer sualleri sorup duruyoruz.
Peki ölü sayısı 5000'i aşmış Suriye'de kendi çıkarlarımızı bir kenara itip yardım eli uzatmamız için kaç kişi ölmesi gerekiyor? Srebrenitsa boyutlarında bir kıyım olmadan Suriye'de olup bitenlere seyirci kalmak nereye kadar? Geçtiğimiz hafta bize konuşan Davutoğlu boşuna, "Uykularım kaçıyor, kâbuslar görüyorum" demedi. Vicdan sahibi herkes yanı başımızdaki bu kan banyosu karşısında ülke çıkarları ile yüreği arasında sıkışıp kalıyor.
DAVUTOĞLU'NA YÜKLENENLER
Davutoğlu'nun komşularla sıfır sorun politikasının iflasını ilan edenler soruyorlar:
Türkiye başından beri Esad'ın ne mal olduğunu bilip nasıl ortak bakanlar kurulları düzenledi? Başbakan neden Esad'larla kol kola girip tatillere çıktı? Şimdi ise askerler dahil muhaliflere kapılarını açtı? Irak için mezhep çatışması riskinden sürekli söz eden Davutoğlu, neden Suriye'de aynı riskin varlığını kabul etmiyor? Orada olup biteni neden "insan hakları ve demokrasi sorunu" olarak tanımlıyor. Irak'ı nasıl oldu da İran'a "kaptırdık"?
Bunlar haklı sorular. Ve şüphesiz Davutoğlu'nun hataları var. Ama abartmayalım. Önce Irak'tan başlayalım. AK Parti'nin yaptığı en doğru hamlelerden biri, Iraklı Kürtlerle resmi ilişkiler kurması oldu. Iraklı Kürtlerle coğrafyanın ve bölgesel güç dengelerinin dayattığı bir mütefikliğimizin olduğu apaçık ortada. Ama biz on yıllarca Irak'a PKK ve güvenlik penceresinden baktığımız için Iraklı Kürtleri hep potansiyel taşeron veya düşman gözüyle gördük. Her daim, "Bizim tek muhatabımız merkezi hükümet" diye haykırıp durduk. İşte merkezi hükümeti gördük. Türkiye'yle ipleri koparma noktasına getiren İran yanlısı Nuri Maliki, "İçişlerime burnunu sokma" dedi. Türkiye, Iraklı Kürtler ve Sünni Arapların kerhen de olsa kurduğu taze ittifak, suyun çatlağı bulması olarak özetlenebilir.
Tıpkı Maliki'nin İran'ın yanında yer alması gibi. Bu konuşlanmayla birlikte Irak üzerinde yeni pazarlıklar başladı. Türkiye de bu sürecin en önemli aktörlerinden biri olmaya devam ediyor. "Irak'ı İran'a teslim etti" demek için henüz çok erken.
Suriye'ye gelince... Esad'ın uluslararası tecrit ve baskılar neticesinde insafa geleceğini umuyordu. Büyük katliamların yaşandığı ağustos ayından itibaren rejiminin fişini tamamıyla çekti. Stratejisini Esad'ın mutlak gidişi üzerine kurdu. Muhalefete kapıları tümüyle açtı. Rejimin başta iç dinamikler marifetiyle devrilmesi için gün sayıyor. Eşzamanlı olarak uluslararası destekli müdahale için kontenjan planları yapıyor. Türkiye bunları yapmamış olsaydı yine olaylara seyirci kalmakla, oyunun dışına itilmekle suçlanacaktı. Eldeki verilerle başka nasıl davranılır emin değilim. Ancak şurası kesin, eğer Türkiye'nin Suriye ve İsrail arasında yürüttüğü barış çabaları sonuç verebilseydi -ki vermek üzereydi-Suriye'de bugün kan akmıyor olacaktı. Bu sürecin çökmesinin başlıca sorumlusu ne Türkiye, ne de Suriye. Baş sorumlusu İsrail'dir.

Kaynak Haber Türk, 24.01.2012

Rüyada Libya'da kriz çıktı, ter içinde uyandım, hanım da uyandı



 Dışişleri Bakanı Davutoğlu Brüksel yolunda kendisini kan ter içinde bırakan rüyasını anlattı: Sayıklayarak uyandım. Uyuyamayınca yine gerçeğe, Suriye mesaisine döndüm

HRANT Dink davasına ilişkin vicdanları isyan ettiren X-L mahkeme kararından bir gün sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikte Brüksel'e gittik. NATO'da Türkiye'nin ittifaka üyeliğinin 60'ıncı yılı münasebetiyle bir konuşma yapan Davutoğlu, Dink ile ilgili görüşlerini bize ve Hürriyet Gazetesi'nden Cansu Çamlıbel'e anlattı. Bağdat'taki elçiliğimize roket saldırısı haberini alan Davutoğlu, düşünceli görünmekle birlikte her zamanki gibi güler yüzlü ve mütevazıydı. Osmanlı tarihi üzerine "Tarihi Derinlik" isminde yeni bir kitap hazırlayan bakan, uçağın penceresinden bakarken Tuna Nehri'ni görünce coşkusunu gizleyemedi.
■ Batı medyasında Türkiye'nin Suriyeli muhalifleri eğitip silahlandırdığına dair spekülasyonlar mutlak gerçek gibi sunuluyor.
Biz 8 ay boyunca Suriye'yle ikili planda elimizden gelen her şeyi yapmaya çalıştık. Bu çabalar 15 Ağustos'a kadar sürdü. O noktada artık ikili ilişkiler yoluyla ikna olmayacağı kanaatine varmıştık. Biz Suriye muhalefetini silahlandırmıyoruz ama muhalefete seslerini duyurmaları ve örgütlenmeleri için yardımcı oluyoruz. Rejimin yalnızlaştırılmasında rol oynuyoruz. Kaçan Suriyeli kardeşlerimizin Türkiye'yi sığınacak ülke olarak görmeleri, Suriye muhalefetinin her türlü toplantıyı Türkiye'de yapabilmeleri en önemli katkıdır.
■ Bir ara Türkiye, Suriyeli muhaliflere askeri eğitim veriyor gibi bir hava oluşturuldu. Neden?
Bunlar Türkiye'yi belli bir yere sürüklemek için yapılan rivayetler. Bunun farkındayız. Biz de bu nedenle bilinçli olarak her adımı Arap Ligi'yle birlikte koordine etmeye karar verdik. Bugüne değin askeri müdahaleden bize atfedildiği şekilde hiç bahsetmedik. Tabii yarın yüz binlerce insan Türkiye sınırına dayanırsa, o zaman ne yapılması gerektiği meşru bir sorudur. Ancak Türkiye'nin, uluslararası meşruiyet zemininde hareket edeceğini ve uluslararası ve
bölgesel örgütlerle işbirliği sergileyeceğini söyleyebilirim. Sonuçta Suriye ile son 8 yılda ilişkileri o noktaya getiren de bizdik. Taş taş üstüne koyup bir şey inşa ediyorsunuz. Ancak halkına silah doğrultan anlayış, tahrip edip binayı yıkmaya çalışıyor. Bir insan kendi eserinin yıkılmasını ister mi? Bizim Suriye'ye bakışımız, halkın refahı, esenliği ve kalıcı dostluk bağlamında bir bakış. Bazı ülkeler için Esad rejiminin kendisi bir stratejik kazanç. Bazı ülkeler için rejimin düşmesi stratejik kazanç. Bizim için halkıyla çatışan hiçbir rejim stratejik bir kazanım olamaz.
■ Son derece riskli bir dönemden geçiyoruz.
Sadece ülkenin değil bölgenin kaderiyle de yakından ilgilenen bir insan olarak, ne kadar zorlu kararlardan geçtiğimizi ancak yaşayan bilir. Birkaç hafta önce gece 01.00'a kadar Suriye konusunda çalıştım. Yattım, rüyamda
Libya'da tekrar kriz patlamıştı. Rüya değil kâbus bu. Kan ter içinde sayıklayarak uyanmışım, hanım da uyandı.
Uyuyamadım, tekrar gerçeğe yani Suriye mesaisine döndüm. Sadece Libya'da tahliye döneminde yaşadıklarımız yeter. Libya'da tahliyeler başladığından Başbakan'ımızın Libya seyahatine kadar geçen dönem. Ne zaman Başbakan'ımız Libya'da Türk bayraklarıyla coşku içinde karşılandı, o zaman "Çok şükür" dedim.

'Mesele ırkçılık'
■ Hrant Dink'i tanır mıydınız?
İlk defa tam 11 Eylül sonrasında İstanbul Barosu'nda düzenlenen bir toplantıda tanımıştım. Orada yaptığı konuşma çok etkilemişti beni. O zaman oğlu ABD'de okuyormuş, 11 Eylül 'den sonraki tepkilerden o da nasibini almış, bir sürü tacize maruz kalmış. Dedi ki: "Görüyorsunuz, Hıristiyan olsak da tenimiz esmer diye biz tacize uğruyoruz. Biz gâvuruz ama sizin gâvurunuzuz." Ben de onun üzerine kendisine "Mesele Müslüman olup olmamak meselesi
değil, ırkçılık" dedim.
■ Dindar biri olarak siz de ötekiydiniz bir zamanlar...
Malezya'dan döndüğümde birikimim takdir edilmesine rağmen kişisel tercihlerim ve hayat tarzım nedeniyle Türkiye'deki akademik hayattan dışlandım. Ama hiçbir zaman kendimi öteki psikolojisine sokmadım. Kimseye de öteki olarak bakmadım. Hrant Dink de öteki değildi, hiçbir Ermeni vatandaşımız da değil. Benim için Hrant Dink her
şeyden önce bir aydın. Türk entelektüel hayatına önemli katkı yapmış, ortak kültürü paylaştığımız bir  arkadaşımızdır. Ayrıca da vatandaşımız. Onun cinayeti herhangi bir cinayet değildir. Hukuki süreç bitmiş değil, daha temyiz aşaması var. Süreç sona ermeden önce bağlayıcı şeyler söylememek gerekir.

Irak'la gerginlik...
"BİZ Maliki'yle olabilecek en açık ve sert şekliyle konuşuyoruz. Maliki şunu yapsaydı; Amerikalıların çekildiği gün bayram havasında ülkesindeki tüm liderleri bir araya getirseydi, Irak bir başarı hikâyesi olurdu. Tersine Irak'ın hâlâ kriz ülkesi olduğu algısını oluşturdu. Kürtler gibi Bağdat'a yönelmiş siyasi gruplar bile mesafeli yaklaşmaya başladı. Irak'ta yaşanan gerilim, uzun yıllar sürecek dinler ve mezhepler arası bir savaşa dönüşürse birçok devleti içine çeker. Gerilimin iki önemli nedeni var. Birincisi Saddam döneminin bıraktığı kötü izler, ikincisi ABD işgali altında uygulanan yanlış yöntemler. Reform yapılmalı, rejim değişmeli ama devletin sürekliliği yok edilmemeliydi. Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçerken rejim değişti ama devlet sürdü."

Kaynak:HABERTURK,  20 Ocak 2012 Cuma