Yeminliyim, Pembe Köşk'ü yapmayacağım


ÖNCEKİ gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül ile Ordu'da düzenlenen "Kitap Şenliği"ne katılmak üzere bir grup gazeteciyle birlikte seyahat ettik. Yer darlığından dolayı Hayrünnisa Hanım ile ilgili izlenimlerime yer veremiyorum (inşallah köşemde). Ama şunun altını çizmek isterim. Hayrünnisa Hanım gerçek bir sanatsever, vatansever. Estetik duygusu çok kuvvetli. Detaycı ve titiz. Pembe Köşk'ü adam etmek, çürümeye yüz tutmuş sanat hazinesini kurtarmak, Cumhurbaşkanlığı'nın imajını yukarılara taşımak için olağanüstü çaba sarf ediyor. Ve bu çabaları takdir bir yana kötü niyetli yorumcular tarafından yerden yere vurulup küçümsenmiş. Gerçekten çok büyük haksızlık bu. Sözü Hayrünnisa Hanım'a bırakıyorum....
Hangi sıklıkla kitap okuyorsunuz ?
- Çok yoğun bir tempoda yaşıyoruz ama fırsat buldukça okumaya gayret ediyorum. Şimdi ortalama vermiyorum, değişiyor.
'BAZI ŞEYLER YAZIYORUM'
En son okuduklarınızı ve ilk okuduğunuz kitabı hatırlıyor musunuz?
- Bu imkânsız; çünkü çok küçük yaştan beri okuduğumuz için. Ben bazen iki kitabı aynı anda okurum.
Günlük tutuyor musunuz?
- Günlük değil ama bazı şeyleri yazıyorum. Yazmadığınız zaman unutuyorsunuz. O andaki heyecan ve duygularınız zamanla kaybolduğu için çocuklara da bugün aynı şeyi söyledim. Bazen dönüp bakıyorum. O anki heyecanla yazdığım şeyler çok güzel oluyor. Oğlumun son okuduğunu söyleyeyim. Google'ın kuruluş hikâyesini okuyordu.
Köşk'ün restorasyonuyla ilgili çok polemik var...
- Cumhurbaşkanlığı'nın depoları ve sanat eserlerini ortaya döktük. İçine girdik ve çıkamıyoruz. Dolmabahçe'den gelen çok eser var. Yılların ihmali var. Her türlü eser mevcut. Onları onarmaya çalışıyoruz. Pembe Köşk'ün ilk defa rölevesini çıkardık. Holzmeister'ın (Köşk'ün mimarı) talebesini çağırdık. Avusturya'dan iki kez.
Kurumsal kimlik, arma-bayrak konusunda da çalışmalarınız var...
- Arşive çok önem veriyorum. Bizden önceki dönemi dijital ortama geçirdiğimiz gibi kurumsal kimlik için çalışıyoruz. 4'üncü yıl bitti hâlâ Cumhurbaşkanlığı, kurumsal kimlik maddelerine yenileri ekleniyor. Açık konuşalım fors da yanlış. Unutmuyorum bir gün yolda giderken bu bayrak kare dedim. Yaver döndü, "Olabilir mi hanımefendi" dedi. Arabadan indiğimizde yürüdüm, beyefendi de geldi. Maalesef 80'li yıllarda ihtilal döneminde, birisi forsun ucunu kesmiş. Normalde Atatürk döneminde, Cumhurbaşkanlığı Forsu dikdörtgen. Fors kare olunca, bayrakla eşit olmamış, bayrağı da kesmişler. Ve hiç kimse de bunu fark etmemiş. 15-20 yıl böyle devam etmişler. Başyaver, "Çok mahcup oldum" dedi.
Ondan sonra biz bayrak çalışmaya başladık. Önce atlas dokutmaktan başladık. TSE'den rengi ve kumaş kalitesi için onay aldık. Birkaç atölye Olgunlaşma Enstitüsü'nde bize bayrak dikiyor. Büyükelçiliklerimizde çok büyük bayrak sıkıntısı var. Bütün Türkiye büyükelçilikleri ve konsolosluklarına, nerede bizim temsilcimiz varsa, oraları da düşünerek 200'e yakın noktaya bayrak gönderdik ve her gittiğim yerde büyükelçiler teşekkür ediyor
'KÖŞK YIKILMAK ÜZERE'
Sizi eleştirenler de oldu
- İnsanın motivasyonu kırılıyor. Bu konuda da beni çok eleştiren yazılar yazdılar. Çok gücendim gerçekten. Pembe Köşk konusunda çok incittiler. Ama yemin ettim, Pembe Köşk yıkılmak üzere, içim de gidiyor ama yapmayacağım bizim dönemimizde diye. Kurumsal kimlik konusunda da "Kırmızıyı kaldırdılar" diye çok kötü yazılar çıktı. Halbuki ben kırmızıyı da kaldırmadım. Bütün Cumhurbaşkanlığı kimlik kartları kırmızıya devam ediyor. Ama bazı malzemelerde "Bazen kullanmayalım" diyoruz. "O kim oluyor da nasıl kaldırır da" diye yazılar. Ben hiçbir zaman bunu tek başıma yapmadım. Her şeyi ben biliyorum diye iddia etmiyorum.
Emine Hanım'la uzun bir aradan sonra bir araya geldiniz...
- Allah bazı şeyleri göstermeyince göstermiyor. "Vermeyince Mabud neylesin Mahmut" diyorum hep. Biz her zaman bir aradayız, her zaman görüşüyoruz. Ama basın ısrarla bizi küs göstermeye çalışıyor. Ben onu anlayamıyorum. Ne biz, ne çocuklarımız, ne eşlerimiz, birbirimizden vazgeçebiliriz. Biz eski arkadaşlarız her şeyden önce. Biz gülüp geçiyoruz gerçekten. Bu haberleri okudukça ikimiz de gülüyoruz.

'Annelerin yüreği yanmasın'
Huber de yıkılmak üzere, içimiz eriyor. Bütçesi de hazırdı. Motivasyonunuz kaybolunca durdurdunuz mu?
Bilmiyorum, Huber'i yapar mıyım ama Av Köşkü'müz bitmek üzere. O kadar çok günümü geçiriyorum ki. Bahçe peyzajından, pencere detayından günlerimi depolarda harcadım. Benim bunda bir menfaatim yok.
Sevdiğiniz ressam?
Modern resmi de klasik resmi de çok seviyorum. Klasikler Ankara'da, modern resimler İstanbul'da sergileniyor. Peyami Gürel'lerimiz var, Gencay Kasapçı var. Ferruh Paşa'yı çok severim.. Ömer Uluç aldım, bir de Burhan Doğançay.
Gününüz nasıl geçiyor?
- Filmleri uçakta izliyorum. O da eğer vakit bulabilirsem. Güne genelde herkesten önce başlıyorum. Onlar kalkmadan notlarımı ve evraklarımı topluyorum. Masamı ben toparlayabileyim ki herkesin görevlendirmesini de yapabileyim.
'MEZUNİYETE GİDEMEDİK'
Ya çocuklar?
- Yetişseler bile çocuklarımın yine de zamana ihtiyacı oluyor. Tabii ki ilgilenmek istiyorum. Mesela bu sene, büyük oğlum mezun oldu. Seçimden bir gün önceydi, gidemedik. Biliyorsunuz Amerika'da aileler için çok önemlidir.
 
Sayın Cumhurbaşkanı'nın fotoğraf albümünde yemek yaparken görüldüğü fotoğraf çok ilgi çekti, hâlâ yemek yapıyor mu?
- Geçen gün mesela, girdi salata yaptı, menemen yaptı. Zamanı geliyor o da istiyor. Ben de yapmasam da giriyorum birlikte. Bizim de yeni tatlarımız oluyor. Sunumun geliştirilmesi önemli.
Zaten sizin yemeklerinize bayılırmış.?
- Valla yemek yapmamı mı tercih eder, ülkeye hizmet etmemi mi ona soralım. Ama vakit ayırmıyorum demek değil. Gerçekten çok vakit ayırıyorum. Masa düzeni benim için çok önemli. Gelen misafiri en çok etkileyen şey masanın ve salonun atmosferi. Her yemeği yaparım. Kayseri yemeğini de yaparım, Mardin, Antep yemeklerini de severim. Yapmasam bile yanlarında olabiliyorum. Şunu deneyelim: Rezeneli dolma... Mantıyı bakır tepsiye mi koyalım? Tatlılar deniyoruz mesela. Misafir geldiğinde o misafirin damak tadına uygun tatlar yakalamaya çalışıyorum. Örnek diye söylüyorum, Sarkozy, normalde fazla yemek yemezmiş. Tatlıyı bile almak istememiş. Ama sonra dayanamayıp hepsinden tatmış. Tepsi mantısı vardı. Minik bakır tepsilere uyarlamıştık. Kestaneli tatlı yaptık. Fransızlar kestaneyi çok seviyor diye. Salon çok etkileyici olmuş. Abdullah Bey "Gözlerini ayıramadı" diyor.
'DİZİLERİ İZLEYEMİYORUM'
Dizi izliyor musunuz?
- Dizileri fazla izliyorum dersem yalan olur. Çok vaktim olmuyor. Tempomuzu görüyorsunuz. Ama bazen film oluyor. Invictus'u çok çok beğendik. Beyefendiyle birlikte izledim. Duygulanıyorsunuz, iyilerin kazandığını görüyorsunuz.
Son günlerde terör çok arttı...
- Bir anne çocuklarından herhangi birine ne olursa hissettiği acıyı, biz de ülkedeki çocukların bir yerlerine en ufak bir şey olduğunda hissediyoruz. Her şehit haberinde evimiz matem yerine dönüşüyor. Gece vakitsiz bir telefon çaldığında inanın panik içinde, "Allahım ne kötü haber alacağız" diye korkuyoruz. Allah artık sonuna erdirsin diyorum. Annelerin yüreği yanmasın. Bu çok zor. Görüyoruz, her şehit yemeğinde ben oradan hasta geliyorum. Terörün vicdanı olmuyor. Bir sürü suçsuz insan, günahsız insan, yuvalar dağılıyor. Bütün çabamız bunların bitmesi için. İnşallah en kısa zamanda, duamız o. Türkiye bununla çok enerji kaybediyor. Gerçekten ülkemize çok yazık oluyor.

Kaynak: Haber Türk, 30.09.2011

‘Gülen Cemaati tepki göstersin’

ÜÇ aydır görüşmediğim Kemal Kılıçdaroğlu, seçim sonrasındaki burukluğu üstünden atmış, her zamanki gibi sakin ve güler yüzlüydü. Konuya Suriye’den giriyoruz. CHP’nin dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu’nun Suriye gezisinin akabinde hükümet ile CHP arasında sert polemikler yaşanmıştı. İktidar, CHP’yi Baas partisine benzeterek Esad rejimin avukatlığına soyunmakla itham etmişti. Daha da ileri giderek “Acaba Sayın Kılıçdaroğlu mezhep yakınlığı dayanışmasıyla mı Suriye’ye sahip çıkıyor” diyerek Alevilerin tepkisini çekmişti. Biz de Esad rejiminin barbarlığı karşısında CHP’nin suskunluğunu eleştirmiştik. Kılıçdaroğlu, 2600 sivilin öldürülmesiyle ilgili ne düşünüyordu?

“Benim Faruk Bey aracılığıyla Esad’a ilettiğim çok net bir mesaj vardı. O da en kısa zamanda reformların hayata geçirilmesi, demokratik adımların atılması ve şiddetin derhal durması için gereken tedbirlerin alınmasına ilişkindi. Suriye’nin toprak bütünlüğüne olan saygımızı ve herhangi bir dış müdahaleye karşı olduğumuzu da vurguladık. Suriye istikrarsızlaşırsa ne olur, Esad’dan sonrası nasıl olur bunları çok iyi hesaplamak lazım. Faruk Bey ve beraberindeki heyet, şiddetin yoğun olduğu Humus ve Hama’ya da gitti. Gözlemlerini içeren raporu Dışişleri Bakanlığı’na sunacağız. Suriye’yi elbette demokrasi yönünde teşvik etmeliyiz, ama neticede Suriyeliler sorunlarını kendi aralarında çözmeli.” 

Mezhepçilik ithamı?
“Sayın Çelik cahilce konuşuyor. Türkiye’deki Aleviler ile Suriye’deki Nusayrilerin arasındaki farkı bilmiyor herhalde. Ve bizde de (Hatay’da) Nusayrilerin yaşadığını unutuyor sanki. Olayları mezhepçilik çerçevesinde ele alan hükümetin ta kendisidir. Neden İHH aracılığıyla Müslüman Kardeşler hep ön plana çıkarılıyor? Biz de Suriye muhalefetini dinlemeye hazırız ama tüm kesimleri. Bu söylemler Türkiye’de ayrımcılığı, kutuplaşmayı körüklüyor. Dış siyaseti temel hak ve özgürlükler üzerinden değil mezhep üzerinden yürüten hükümet biz değiliz. Bizim esas sorguladığımız, AKP’nin neden düne kadar ortak bakan toplantıları düzenleyip, Esad ile çarşılarda kol kola gezip ardından birisi düğmeye basmışçasına neredeyse Suriye’ye savaş ilan edermişçesine ağız değiştirdiği. ‘Bıçak kemiğe dayandı‘ diyen Başbakan sonra ne yaptı? Suriye’deki rejim yeni değil. Apo’ya yıllarca hamilik yaptı. Bir uçtan diğerine savrulmayı gayri ciddi buluyoruz.”

AK Parti aynı zamanda CHP’yi İsrail’in avukatlığını yapmakla suçluyor...
“Bugün savaş gemileri yollarım diyen Başbakan, Mavi Marmara baskınında neden baskın mahalli 15 dakika uçuş mesafesinde olduğu halde uçaklarımızı kaldırıp müdahale etmedi? İsrail ‘Müdahale ederim’ deyip duruyordu, neden daha ilk baştan Mavi Marmara’ya savaş gemileri eşlik etmedi? Seçim öncesi ‘Mavi Marmara tekrar gidecek’ diyen Başbakan, neden ikinci seferi durdurdu? Fethullah Gülen, İsrail ile yaşanan gerginliğe tepki gösterdiğinde AK Parti’nin gıkı çıkmadı. Aynı lafları biz etseydik hemen ‘İsrail’in avukatlığını yapıyor’ diye üstümüze çullanırlardı. Biz de ‘İsrail özür dilesin’ diyoruz. ‘Tazminat ödesin’ diyoruz. Dokuz sivilin kanı yerde kaldı. Ama BM raporu İsrail’in lehine çıktı. Hükümet bunu bilip duruyordu. Şimdi de savaş çığırtkanlığı yapıyor. Esas mesele ‘İsrail kalkanı’, bunu örtmeye çalışıyorlar.” 

NATO’nun füze kalkanını mı kastediyorsunuz?
“Evet. Bu projenin İsrail’i İran’dan korumak için geliştirildiğini herkes biliyor. İsrail’in çıkarları kollanıyor.”

Hem AK Parti’yi Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmakla suçluyorsunuz hem de üyesi olduğumuz NATO’nun kritik bir projesine karşı çıkıyorsunuz. İktidarda olsaydınız ne yapardınız?
“Füze kalkanına ‘hayır’ derdik; çünkü bu komşularımızda büyük rahatsızlık uyandırıyor. Bugün İran’la da sorunumuz var, Suriye’yle de, İsrail’le de. Bunun neresi başarılı dış politika? Tabii bu demek değil ki NATO’ya karşıyız. NATO üyeliğimizi çok önemsiyoruz. Ama AKP’nin yaptığı gibi kendi ulusal çıkarlarımızı gözetmeden her önümüze konana kayıtsız şartsız ‘evet’ de diyemeyiz. Bunları söylerken biz İsrail halkına karşı en ufak olumsuz duygu beslemiyoruz. Tansiyonu daha da yükseltecek dilden uzak durulması gerektiğine inanıyoruz. Ama Başbakan gerilimi artırdıkça artırıyor. Bazı yayın organlarında baş gösteren antisemitizmi ve her türlü nefret söylemlerini şiddetle kınıyoruz.” 

Seçim sonrası Washington’a gitmeniz söz konusuydu.
“ABD hükümetinden herhangi bir davet bize henüz ulaşmış değil. Olsa gideriz. Ama birtakım düşünce kuruluşlarından davetler var. Değerlendiriyoruz...”

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı da kapsayan iddianame açıklandı. Görüşleriniz...
“Bu iddianame demokrasi için bir utanç belgesi. Hem yeni Anayasa diyorsunuz, hem böylesi bir iddianameyle gazeteciler için 15 yıl hapis diyorsunuz. Ve her ne kadar herhangi somut bir dayanağı olmasa dahi bu işin içinde Fethullah Gülen Cemaati’nin de olduğu algısı var ne yazıkki. Tam bu yüzden bu iddianameye en büyük tepkiyi Fethullah Gülen Cemaati göstersin. Demeliler ki 21’inci yüzyılda böyle bir iddianame insafdışı. 

Kürt sorununda askeri çözüme ağırlık veriliyor...
“Bu mesele 30 yıldır bu yöntemlerle çözülemedi, şimdi de çözülemez. Meclis’te toplumun tüm kesimleri dahil edilerek çözülmeli. PKK da önkoşulsuz silah bırakmalı. Silahların gölgesinde barış olmaz.” 

İyi de BDP milletvekillerinin beşte biri hapiste...
“Bizim hükümetle yaptığımız protokol sadece bizim hapisteki milletvekillerimizi değil BDP’lileri de kapsıyor. Biz başından beri onları kendi vekillerimizden ayrı tutmadık, tutamazdık. AKP onların da sorunlarına çözüm bulma taahhüdünde bulundu. Sanırım BDP açısından esas mesele (vekilliği düşen) Hatip Dicle’de düğümleniyor, ancak bu sorunun da çözüleceğine inanıyorum.”

Kaynak: Haber Türk 13.09.2011


Türkiye ile İsrail arasında savaş çıkar mı?

Kaynak: Haber Türk   06.09.2011


BU hararetli tartışmalar sürerken Türkiye ve İsrail arasında 9 aydır yürütülen gizli müzakerelerin detayları basına yansımaya başladı. Milliyet Gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş'ın dün üst düzey Türk yetkililerine dayandırdığı habere göre, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Türkiye'ye özür dilemeyi prensipte kabul etmiş. Bu özür "normalleşme" protokolü adı verilen bir devletler arası mutabakat metninin ilk sayfasında yer alacaktı.
Netanyahu geçtiğimiz günlerde özür karşıtı koalisyon üyelerini ikna etmek için altı ay daha talep etti. Amerika'nın araya girmesiyle bu süreyi bir aya indirdi. Türk tarafı da bunu kabul etmişti. Ancak The New York Times, Mavi Marmara ile ilgili BM raporunu yayınlayınca İsrail'le ipler koptu. İsrail tezlerini olumlayan raporun herhangi hukuki bağlayıcılığı yok. O halde Türkiye neden bu kadar sert tepki verdi? Hem İsrail'le yürütülen gizli görüşmeler ile BM raporu üzerinde süren müzakereler birbirinden bağımsız olarak ele alınmıyor muydu? Konuyu yakından takip eden yetkililere sordum. Aldığım cevaplardan çıkardığım sonuçlar şunlar:
Türkiye, İsrail'in BM raporu açıklanmadan özür dilemesini istiyordu. Çünkü rapor, İsrail'in özür dilemesi gerektiği şeklinde herhangi bir çağrı içermiyor. Bu da önceden biliniyordu. Netanyahu rapor yayınlanmadan özür dileseydi raporun içeriği talileşirdi. Oysa raporun yayınlanmasıyla birlikte Netanyahu'nun özür konusunda çevresini (ve İsrail kamuoyunu) ikna etmesi artık imkânsız gibi bir şey. Retçi cephe tam da bu yüzden raporu New York Times'a sızdırdı. Yani özrü engellemek için.
Bu durum karşısında da Türkiye "Hodri meydan" dedi.
BUNDAN SONRA NE OLACAK?
İstediğiniz kadar raporlar üretin, dokuz sivili öldürmenin hiç ama hiçbir meşruiyeti yoktur, olamaz. Türkiye özür konusunda diretmekte sonuna kadar haklı. "Mavi Marmara başından engellenseydi bunların hiçbiri olmazdı" diyerek (ki bu noktada ben de Türk tarafının süreci kötü yönettiğini düşünüyorum) olayı sulandırmanın da hiç âlemi yok.
Ne var ki kimilerine göre arkasına Amerika'yı alan İsrail "Yahudilerin egemen olduğu" Batı medyasını ve finans çevrelerini devreye sokarak Türkiye'ye "ağır bedeller" ödetecek. Yani özetle "İsrail'e dokunan yanar" denmeye getiriliyor. Oysa durum bu kadar basit değil. Birkaç gözlem:
1. İsrail'e yaptırımları açıklarken Türkiye aynı zamanda NATO füze kalkanının radar kısmının Türk topraklarında konuşlanmasına ilişkin anlaşmaya varıldığını duyurdu. "Batı güvenlik sisteminin parçasıyım" dedi. "Eksen kayıyor" korosunun ağzını tıkadı.
2. Savunma amaçlı bu sistemin başta İran'ın olası bir saldırısını engellemek için oluşturulduğunu hepimiz biliyoruz. Ortadoğu'da İran'ın nüfuzunu dengeleyebilecek yegâne ülke Türkiye.
3. Amerika'nın, Türkiye'nin tepkisini aşırı bulduğu bir gerçek. Mavi Marmara'nın yola çıkmasına izin verdiği için Türkiye'yi kışkırtan taraf olarak gördüğü de. Ancak Netanyahu'yu özür konusunda yoğun baskı altına alan yine Amerika. Hatta Hillary Clinton geçen hafta Paris'te yer alan Libya toplantısında Davutoğlu'na sırf Netanyahu'yu ikna etmek için İsrail'e gitmeye hazır olduğunu söyledi.
4. Arap Baharı'yla birlikte Ortadoğu'daki dengeler değişti. İsrail gittikçe yalnızlaşıyor. Mısır'da İsrail'le ilişkileri en alt düzeye indirilmek için tartışmalar başladı bile. Amerika tanımasa dahi birçok Avrupa ülkesi, Filistin'in bağımsızlığını tanıyacak.
5. Ortadoğu'da İran ve İsrail'in yarattığı korku dengesini Türkiye, laik demokratik sistemi ve serbest piyasa ekonomisiyle bozuyor. Silahlı terör örgütlerinin hamiliğini yaparak değil.
6. İsrail eğer Gazze'ye Aralık 2008'de topyekûn saldırmamış olsaydı belki Türkiye'nin Suriye ile İsrail arasında yürüttüğü gizli müzakereler barışla sonuçlanmış olurdu. Suriye, İran'ın nüfuzundan sıyrılmış ve Beşar Esad kendi halkını katletmiyor olurdu.
İşte tam bu noktada Türkiye'nin büyük bir açmazı var. Zira İsrail'i dokuz sivilin ölümü nedeniyle özür dilemediği için cezalandırırken en az iki bin sivili öldüren Suriye'yi defalarca uyarsa dahi Esad'a halen git diyemedi. Şam'daki büyükelçimizi çekmedi. "Bu çifte standart değil mi?" diye sorduğumuz üst düzey yetkili, "yakında bir şeylerin yapılacağını" söylüyor. Ancak detay vermekten kaçınıyor.
Sonuçta İsrail'le savaş çıkar mı? Evet. Yeni bir propaganda savaşı. O kadar. Bunun Türkiye ayağı ne yazık ki şimdiden bazı yayın organlarında antisemitizm boyutlarına ulaştı bile. Bu iğrençliğe derhal dur denmeli.

Gayrimüslimlerin iç edilen malları

Kaynak : Haber Türk  02.09.2011


DÜN Taksim'deki Hyatt Regency Oteli'nde saçımı yaptırdım ardından hemen yanı başında yenilenen Divan Oteli'nde öğle yemeği yedim. Tuhaf bir duyguydu zira yanımda taşıdığım 26 Ağustos tarihli AGOS Gazetesi her iki mekânın bulunduğu arazinin aslında Ermeni mezarlığı olduğunu yazıyordu. Yani ölülerin üzerinde saçımı fönletip suşi yiyordum.
"Toprak Diye Geçme, Tanı" başlığıyla manşetten sunulan haberde bakın ne deniyordu : "Divan Oteli'nin ve çevresindeki binaların yerinde geçmişte Pangaltı Ermeni Mezarlığı uzanıyordu. Kanuni Sultan Süleyman'ın kendisini ölümden kurtaran Vanlı aşçı Manuk Karaseferyan'ın isteğiyle Ermenilerin kullanımına sunduğu ve yüzlerce yıl boyunca mezarlık olarak kullanılan, üzerinde kilise de bulunan arazi, 1930'larda Belediye tarafından 'kılıfına uydurularak' gasp edilmişti.
Günümüzde ise İstanbul'un göbeğindeki bu alanda, Divan'ın yanı sıra, Hyatt Regency Oteli, TRT İstanbul Radyosu, Hilton ile Askeri Müze'nin bir kısmı ve çeşitli yapılar bulunuyor" şeklinde devam ediyor belgelere dayandırılan iki tam sayfalık araştırma yazısı.
Yazıyı okurken içimi derin bir hüzün kaplıyor. Derken Başbakan'ın "bayram müjdesi"ni hatırlıyorum. Yani azınlık vakıflarının 1936 yılından sonra edindikleri ve 1974'ten sonra Hazine'ye "devredilen" gayrimenkullerin iadesine ilişkin Kanun Hükmünde Kararnameyi (KHK). AK Parti daha önce hiçbir hükümetin yapmadığını yapıp gayrımüslim azınlıkların pervasızca çiğnenen kanuni haklarını yine kanunlar marifetiyle koruyacağına dair güçlü irade sergilemiş oldu. Gayrimüslimlere yaşatılan sayısız zorbalıkların bir tanesini telafi yoluna gitti. Bu bir ilk olması yönünden tarihi nitelikte bir adım.
Peki yeterli mi? Örneğin bu kanunla birlikte sevgili Hrant Dink'in eşi Rakel ile birlikte yıllarca emek verdiği Tuzla Çocuk Kampı iade edilir mi? Ya Pangaltı Mezarlığı?
Sorunun cevabını konuyu titizlikle takip eden Agos Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş'tan dinleyelim.
"Çıkarılan KHK elbette çok önemli. Bugüne dek yapılanların aksine gasp edilen mülklerin gerçekten de iadesi veya tazmini sonucunu doğuracak bir çabanın sonucu olduğu görülebiliyor. Ancak medyada yapıldığı gibi bu adımın bir 'jest' ifadesi olduğunu söylemek doğru değil. Meselelere hak temelli bakmak lazım. Mülkler, eğer KHK uygulanırsa, asıl sahiplerine geri dönmüş olacak, gökten inmiş mülkler değil bunlar, zaten gayrimüslim vakıflarına ait olan mülkler.
Öte yandan, bu düzenlemenin dışında kalacak çok sayıda el konulmuş mülk var. Mesela, basında çok tartışılan Hrant Dink'in de yetiştiği Tuzla Çocuk Kampı, bu düzenlemeye göre iade veya tazmin edilmeyecek. Edindiğim bilgiye göre, hükümet, el konulmuş vakıf mülkleri ancak devlet tarafından satılmışsa ve Hazine'ye bu satıştan gelir elde edilmişse tazminat ödemeyi öngörüyor. Oysa Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'na devlet el koymuş ve bir satış yapmadan, mülkü doğrudan önceki sahibine iade etmişti. Yani bu araziyi Gedikpaşa Protestan Kilisesi Vakfı'na satan kişi, devletin iade kararından sonra, o parayı geri ödemeden, mülke yeniden sahip olmuştu. Üstelik bu araziyi sonra bir kez daha sattı. Yani o mülkten iki kez para kazanmış oldu; ama Vakıf hem ödediği parayı, hem de onca çabayla kurduğu çocuk kampını, Hrant Dink'in deyişiyle 'yarattığı Atlantis Uygarlığı'nı kaybetmiş oldu. Şimdi çıkan KHK da, bu işlemden dolayı devletin kasasına para girmediğini, bu nedenle tazminat ödenmeyeceğini söylüyor. Oysa bizzat mülkü ilk sahibine iade etme kararı devlete ait ve haksızlığın kaynağı da o karar.
Şu anda bu tür kaç tane mülk olduğunu bilmiyoruz, ama 36 beyannamesi öncesi veya sonrasında, bu tip haksız uygulamalarla el değiştiren çok sayıda gayrimenkul olduğu kesin. Bu konunun nihai olarak çözümü ise, geçmişteki adaletsizliklerle hesaplaşmayı gerçekten istemekten geçiyor. Atılan adım elbette ki kayda değer, ama gündelik politikalar ve jestler yerine, bir hakkın yerine gelmesi ve devletin sorumluluğunun kabulü dürtüsüyle hareket etmek gerekiyor. Biz henüz oradan çok uzağız..."



BDP ile devlet arasında geçen 24 saat

Kaynak : Haber Türk 26.08.2011

ÖNCEKİ gün Türk savaş uçaklarının İstanbul semalarında alçaktan uçarak halk arasında panik yarattığını öğrendim. Meğerse jetler bir film çekimi için uçuyormuş.
Acaba ağızları yüreklerine gelen İstanbullular, Güneydoğu'da yaşasaydılar ne hissederlerdi? Çünkü o alçak uçuşlar buralarda olağan bir durum. Ancak bu uçaklar gösteri yapmıyor, bomba taşıyorlar ve o bombaları şu sıralar Kuzey Irak'taki PKK hedeflerine yağdırıyorlar. Hakkâri'de dün askeri konvoya düzenlenen PKK saldırısının yaşandığı yoldayız. Uludere İlçesi'nin az ötesinde Ortasu Köyü'nde. Dağların öteki tarafında Irak var. Atılan havan toplarının sesleri sürekli yankılanıyor.
Dağ tepelerinin birinde Barış Anneleri toplanmış. Kiminin oğlu askerde, kiminin dağda. "Operasyonlar durana kadar inmeyeceğiz" diye diretiyorlar. Çoğu oruçlu. Bunalıtıcı bir sıcak var. Dağ akrep ve yılan kaynıyor. Ve de tepeye giden yolun önünde nöbet tutan askerlere göre mayın... Annelerin yanına çıkmamıza izin vermiyorlar. Sebep? "Komutan öyle talimat verdi." İkna olmayacaklarını anlayınca Şırnak'a doğru dönüyoruz, ancak askerler tekrar yolumuzu kesiyor.
Önde yan yana dizilen onlarca asker canlı barikat kurmuşlar. Amaçları karşı taraftan Barış Anneleri'ne katılmak isteyen ve aralarında BDP milletvekilleri Ayla Akat Ata ve Sebahat Tuncel'in de olduğu yüzlerce kişiyi engellemek. Onlar da geri dönmeyi reddederek oturma eylemi yapıyorlar. Daracık dağ yolunda trafik kilitleniyor. Uçağımı kaçıracağımı anlayınca içimdeki bencil ses, "Bu BDP'liler de artık iyice fazla olmaya başladı" diyor. Gittikçe öfkeleniyorum.
Oysa bir önceki gece Ayla Akat'ın Diyarbakır'daki evinin balkonunda oturup uzun uzun sohbet etmiştik. Avukatlık günlerinden beri tanıdığım genç kadın son derece sakin ve makul biri. Eğer Başbakan halen tutuklu olan altı BDP'li milletvekilinin özgür kalmasını sağlayacak kanun değişikliğini yapmayı yazılı olarak taahhüt ederse (vekilliği düşürülen Hatip Dicle için ayrı bir formül gerekiyor) BDP'li milletvekilleri Meclis'e gelip yerlerini alacaklar. Ancak Ata oldukça karamsar. Aleyhinde en az yüz ayrı dava açılan Ata, "Beni hapiste ziyaret edersiniz belki" diyerek acı acı gülümsüyor.
O sözleri hatırlayınca kendimden utanıyorum. Oturma eylemi, sivil protesto yöntemi. Şiddetle aranıza mesafe koyun dediğimiz BDP bu tür eylemlere başvurduğunda kızmaya ne hakkımız var?
Ancak bölgedeki güvenlik yetkilileri, BDP'lilerin hiçbir şekilde özgür iradeleriyle hareket etmediklerini savunuyorlar her zamanki gibi.
"Bunu bizlerle baş başa kaldıklarında kendileri de itiraf ediyorlar" diyor görüştüğüm üst düzey bir emniyet görevlisi. Tepedeki Barış Anneleriyle geçtiğimiz günlerde sabahlayan görevli kadınlardan bazılarının dönmek istediğini ancak örgütün izin vermediğini, hatta taşlarla duvar örülüp inmelerinin engellendiğini söylüyor.
Görevlinin anlattıkları, sonradan okuduğum eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in, ordunun zafiyetini gözler önüne seren ses kaydıyla kısmen örtüşüyor.
Askerlerin katı hiyerarşik yapısı, müdahale gücünü ve hızını aksatıyor. Ortasu'da bir uzman çavuş, son kertede Malatya'daki İkinci Ordu Komutanı'nın kararlarını beklemek zorunda kalıyor. Emniyet ve ordu güçleri arasında net bir koordinasyon eksikliği hissedildiği gibi güven eksikliği de seziyorum. Hakkâri yolunda eylemin yarattığı kargaşada emniyet güçleriyle askerler arasında tanık olduğum iletişim, daha doğrusu iletişimsizlik bunun en canlı örneği.
Sorun en nihayet çözüldüğünde kendimi Şırnak Valisi Vahdettin Özkan'ın evinde buluyorum. Valiyi dinledikçe içim ferahlıyor. Son yıllarda bölgeye yollanan demokrat profilli bürokratlardan olan vali, halkla iç içe yaşıyor. Doktor eşi Ruhan Hanım Şırnak'ın köylerini karış karış gezmiş. Bugünlerde sağlık taraması yapmak için kollarını sıvamış durumda.
"Buradaki insanların güvenini kazanmak zorundayız. Kızımın Kürt arkadaşları olsun istiyorum. Fanus içinde yaşamıyoruz" diyor. Vatandaş, Muş kökenli Vali Özkan'a derdini Kürtçe anlatabiliyor. BDP'li belediye başkanıyla sıkı bir diyaloğu var. Devletin kök salmış ceberut imajını yıkmak için ailece ellerinden geleni yapıyorlar. Bunu beni Cudi Dağı'na nazır evinde yemeğe davet eden Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Osman Geliş de teyit ediyor, sokaktaki sıradan vatandaş da.
Biz yemek yerken Cudi Dağı'ndan alevler yükseliyor, silah sesleri çınlıyor. Aklım yeniden Ayla Akat Ata'ya dönüyor. Geçtiğimiz aylarda bacağına isabet eden gaz bombasından aldığı yara kötüleşince neredeyse bacağından oluyordu. Yara izleri hâlâ duruyor. Dokuz yaşındaki oğlu Heval'in psikolojisi, annesinin yaşadıklarından sonra bozulmuş.
"Bunu yapan polis cezalandırıldı mı?" diye sorduğunda, annesi "Tabii ki oğlum" demiş. Halbuki yalan. Ayla Akat'ı dinledikçe BDP'lilere hak vermemek mümkün değil. Valiyi de dinleyince devlete. Oysa gerçekler ortalardaki gri alanda duruyor. Onları arayıp bulmak, gazetecinin en zor ve bir o kadar kutsal görevi...